18 Mayıs 2014 Pazar

Ben En Değerlimi Kaybettim

     Merhaba Blog,

     Yine ben geldim, bi çayını içer o sırada dert yakınırım sana dedim. Bu seferki hikâye biraz daha farklı. Bu seferkinin içinde biraz daha ben olacak. Çok garip bir insanımdır ben, bilir miydin? Ondan olsa gerek arkadaşlarım da goril diye seslenir bana zaten. Bu garipliklerimin bir kısmı da değer yargılarımdadır. Tabi, bu şekilde söylersem çok yanlış anlaşılacak. Çünkü ben bu tanımlamayı kendi kafamda, muhtemelen senin anladığından -ya da anlamadığından- daha farklı bir anlamda kullanıyorum.

     Ne? Hayır, hayır. Kesinlikle sana aptal filan demedim. Olur ya anlaşılmaz, kafa karışıklığına neden olur bazı söylemler. Ben çok karşılaştım bu durumla. Genelde kulağımı hep en uzak yoldan gösterdiğim için insanlara kolay anlatamam içimdeki beni.

     Şu anda o yüzden senle konuşmuyor muyum zaten? Sen anlayacaksın. Biliyorum, çünkü sıkılsan da, istemesen de sana anlayana kadar anlatacağım bunu. Ben kendimden bir şey kaybettim, insanların fark edemediği bir şey. Bunu sana anlatayım ki, olur da o insanlar fark etmemekte ısrar ederse kafalarına sopayla vura vura sen de onlara anlatırsın bunu.

     Bunları konuşmak biraz da zor geliyor biliyor musun? Anılar canlanıyor; mutlu anılar. Sonrasındaysa bu anılara bir daha asla sahip olamayacağımı fark ediyorum. Çünkü o yok artık yanımda. Mutlu anıları keyifle anamıyorum ben blog. Onlar sadece beni daha fazla üzmeye yarıyor. Ama her şeyden önce bu insan, tek başına bu insan benim için o kadar büyük bir değere sahipti ki, hayatımın her anında karşıma çıkacak bir değeri sildim ben onun gidişiyle. Böylece insanlar ne zaman bana bu değerden bahsetse aklıma o gelecek. İnsanlara artık umursamadığımı söylediğimde, hayalimde onun gülümsemesi canlanacak. Bense içten içe ağlıyor olacağım.

     Peki nedir bu değer diye soracaksın şimdi. Direk o konuya mı girmeliyim yoksa önce işin hikâyesini mi anlatmalıyım karar veremedim. Ya da verdim. Bana biraz daha katlan olur mu? Önce olan bitenden bahsetmek istiyorum çünkü.

     Yukarıda da bahsettiğim gibi, benim hayatıma girmiş, tanımış olduğum bir insan vardı blog. Ne kadar değer verdiğimi hayal edebiliyor musun bilmiyorum ama, şu anda bile şu tuşlara basarken ellerim titriyor benim. Evet, doğru tahmin ettin, bir kızdan bahsediyorum.

     Benim hayatım genel çerçevede sessiz, sakin bir hayattır. Kafamı dışarı çıkartmayı pek sevmediğimden yeni insanları tanımam, yeni arkadaşlıklar kurmam. Çoğu zaman arkadaş edinmeyi istemiyorum bile. Ama bazı anlar var ki, bu arkadaş edinmeme kuralını birkaç dakikalığına yıktığım anlar, her şey üst üste gelmeye başlıyor. Sanki kapının önünde derin bir kuyruk bekliyormuşcasına, ben o kapıyı araladığımda, kapıyı tüm güçleriyle açmaya başlıyorlar. İçeriye akın akın giriyorlar. O kapıyı kapatmayı başarana kadar neler olduğuna anlam dahi veremiyorum.

     Onunla da böyle bir anda tanıştım. Kendimi kapattığım o ufak haneyi terk ettiğimde karşıma çıkan birkaç insandan biriydi. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama, herkesten daha çok dikkat çekiyordu. Herkesten daha güzel, herkesten daha tatlı, herkesten daha anlayışlıydı. Onunla konuştukça tüm sıkıntılarımı, sorumluluklarımı, hayata dair geriye kalan her şeyi unutur olmuştum. Sadece mutlu oluyordum ve her defasında bu mutluluğa yeniden kavuşmayı iple çekiyordum.

     Tahmin edebileceğin üzere ona aşık olduğumu fark etmem çok da uzun sürmedi. Kendimle savaşıyordum ilk başta, kendimi kandırdığımı, öyle hissetmek istediğim için aşık olduğumu düşündüğümü söyleyip duruyordum. Ama unutamıyordum onu; bana yaşattığı mutluluğu. Ardından kafama farklı düşünceler dolmaya başladı. Ben kimdim ki? Kendi içine kapanmış, hiçbir işe yaramayan, çirkin bir asosyal. Peki o kimdi? Bulunduğu, onunla tanışmış olduğum ortamın -ki bu ortam çok geniş bir çevredir- en popüler, en güzel, en sevilen insanlarından biri. Hikâyenin nereye gittiğini fark ettiniz değil mi? Bana bakmasının imkanı yoktu...

     Ama bu gerçeği, her ne kadar farkında olsam da kabullenmeyi bir türlü başaramadım. İşte sana 2.5 yıllık bir süreç blog. 2.5 yıl boyunca çektiğim en hafif ve en tatlı acım.

     Fazla detaya inmedim, çünkü onlar bende güzel. Ama bu 2.5 yıllık süreçte karşılaştığım tatlı bir inat vardı. Neden bilmiyorum, onun yakın arkadaşlarından biri olmama rağmen bugüne kadar hiç doğum günümü kutlamadı. Onla tanışmamdan bu yana üç doğum günü geçirdim. Hepsinde de sadece onun doğum günümü kutlamasını istiyordum. Kutlamadı.

     Bu unutması ya da bilmemesi ile ilgili bir durum değildi. Biliyordu, çünkü ortak çevremiz genişti o sıralar. Kendisi hatırlamasa bile diğerlerinden görüyor, duyuyordu. Hatta bu diğerlerinin benim kulak misafiri olabileceğim ortamlarda ona doğum günümden bahsettiğini görüyordum. Hani, git şunun doğum gününü kutla gibisinden şeylerden bahsetmiyorlardı tabi. Doğum gününde şöyle yapalım, böyle olsun gibi konuları konuşuyorlardı onun yanında.

     Belki de doğum günü kutlama prensibi yoktur diyeceksin şimdi de bana. Bilmem, belki de. Ama doğum günlerini kutladığını gördüğüm birçok insan var, onları ne yapmalı? Bu insanların bir kısmı ona benim kadar yakın değildi. Sadece onlarınkini kutlasa formaliteden yapıyor, yakınlarına yapmıyor demek, diye düşünürdüm. Ama ona benden daha yakın olan insanlar da vardı. Onlarınkini neden kutluyordu?

     Bu düşüncelerle uzun bir süre boğuştum. Ona ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumu anlamak istiyordum. Ona uzak olduğumu düşünemiyordum, çünkü canı sıkıldığında, bir derdi olduğunda benimle paylaşır, sıkıntısını gidermeme izin verirdi. Sadece sıkıntılarında da değil, mutlu olduğu anlarda bile, sadece konuşmak için beni arar ve saatlerce susmazdı. Daha önce hiç kimse ile konuşmaktan bu denli keyif almamıştım. Çalıştığım yerden, sırf iş kaytarmak için uzun uzun telefon konuşmaları yapıyor düşüncesiyle atılsaydım zerre üzülmezdim. O konuşmaların değerini hâlâ ölçemiyorum.

     Hatta o konu ile ilgili ufak, şapşalca bi detaydan bahsedeyim. Telefonda bana söylediklerinin yarısından çoğunu anlamazdım ben. Hem o sıralar telefonum arızalı olduğundan hem de bazen çok hızlı konuşmasından kaynaklanıyordu bu. Cümlelerinin yarısından çoğunu kafamda kurup, o şekilde anlamlandırmayı deniyordum. Ne söylediği umrumda değildi ki zaten, sesini duyuyordum, daha ne isteyeyim.

     Tabi bu son anlattıklarım 2.5 yıllık sürecin ortalarına denk gelen dönemler. 2.5 yılın sonunda ne oldu biliyor musun? İçime bir kurt düştü. Merakım git gide beni kemirmeye, tüketmeye başladı. Onun için herhangi bir değerim var mı? Acaba o da beni yakın bir dostu olarak görüyor mu yoksa bunları ben mi kafamda kuruyorum?

     Bu düşünceler çok can sıkıcı bir hal alır olmuştu. Ben de bir süre sessizliğe çekilmeye karar verdim. Bana değer veriyorsa bir şekilde beni özler. Arar, mesaj atar, konuşma başlatmaya çalışır. Bir şey yapar diye düşünüyordum. Yokluğumu fark etmesini istiyordum. Çünkü ben onun eksikliğini hissediyordum. Onu özlüyordum.

     Fark etmedi.

     Üstünden zaman geçti. Ben konuşmadıkça o daha da uzakta kaldı. Beni hatırlamadı, bana bir şey demedi. Adım geçmiyordu. Ben uzaklaşırken, onu izlerken o yeni arkadaşlar edindi. Yeni yakın dostlar, yeni ortamlar. Yerim doldurulmuştu.

     İşte bunu anladığım anda hayatım alt üst oldu benim blog. Sevgimin karşılıklı olmadığını biliyordum ama yine de bu derece değersiz olduğumu görmeyi kaldıramadım. O an hem ben onu hem de o beni kaybetti. Hayatımdaki en kıymetli varlık öylece silinip gitti. Bu olayın üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Şu anda benim kim olduğumu hatırlıyor mu, o da merak konusu.

     Hatırladığını biliyorum gerçi. Ama ilk defa bu kadar uzağım ona, ilk defa ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlayamıyorum. İlk defa elimi uzattığımda ona erişemiyorum. Bu benim çok canımı yakıyor blog. Ama ben bu acıyı unutmak istemiyorum.


     Bu yüzden onunla birlikte ben doğum günlerini sildim hayatımdan. Artık doğum günleri benim için mutluluğu, kutlamaları simgelemiyor, onun yanımda olmadığını hatırlatıyor. Bu yüzden insanların doğum günümü kutlamasını istemiyorum. Bu yüzden ben artık hiçbir doğum gününü kutlamıyorum. Gördüğüm her doğum günüyle onu hatırlıyorum. Ve ben onu unutmak istemiyorum...

4 Mayıs 2014 Pazar

Yaz lan!


     Merhaba blog.

     Son görüşmemizden bu yana epey zaman geçti değil mi? Biliyorum, çünkü aptalım.

     Bu yazıyı neden yazıyorum diye düşünenler, bunu görenler olacaktır muhtemelen. Onlar için şöyle bir not bırakayım blog: ara sıra böyle olur bana, içimi dökesim, birilerine birtakım açıklamalar yapasım gelir. Bunu hem sıkıntıda olduğumda, hem de ilerlediğim, kendim için iyi olan bir karara vardığım anlarda yaptığım olur. O yüzden bu tür yazıların tamamını kötü olarak düşünmesinler olur mu?

     Ama bunu kötü amaçla mı yazıyorum? Hayır, hayır, hayır... Hiç alakası yok. Aslında bu yazı bir nevi yaptığım hataları, fark ettiğim hataları belirtip bu tür hatalara düşme ihtimali olan, bir yol göstericiye ihtiyaç duyan insanlara merhaba demek.

     Sen beni az çok tanırsın blog. Bir süredir buralardayım, seviyorum da buraları. Bilirsin yazı yazmayı ne kadar sevdiğimi. Peki hiç düşündün mü bu çocuk neden bir şey yazmıyor?

     Ben düşündüm. Sürekli düşünüyordum. Kendime bu konuda ne diyordum biliyor musun? "Henüz zamanı gelmedi. Henüz yeterince iyi değilsin. Henüz bunu yazmaya hazır değilsin."

     Bu düşünceler adeta uzun bir süre içimi kemiren yegane unsur oldu. Hazır değildim, kötü olmaktan, başaramamaktan korkuyordum. Bu korkunun beni o anda olduğumdan da beter bir hale getirdiğini fark edemedim. Ben ne yapıyordum?

     Sanırım bunun da cevabını biliyorum. Bunca zaman gelişmiyor, aksine kendimi köreltiyordum. Saçma sapan bir korku yüzünden kendime engel oluyordum. Oysa en temel olanı; bu yola ilk girdiğimde öğrendiğim kuralı unutmuştum: "Ancak yazarak gelişebilirsin."

     Ne demek istediğimi, nereye varacağımı az çok anlamışsındır sen blog. Ben bir aptallık yaptım, iyi olmadığım için yazmayı bıraktım. Yazdıklarımı beğenmedim, paylaşmaya değer bulmadım. Daima daha iyisini yapabileceğimi düşündüm. Ama bunları düşünürken hiçbir şey yapamadığımı da fark edemedim.

     İşte tam olarak bu nedenle ben yeni bir karar aldım blog; yazacağım. Belki kalitesiz olacak belki kaliteli, belki beğenilecek belki okunmayacak bile ama ben yazacağım. Neden biliyor musun? Çünkü bunu yapmayı seviyorum. Değer verdiğim şeyleri kaybetmek istemiyorum.

     Ve bunu okuyan insanlara ne demek istiyorum biliyor musun blog? Evet, aynen öyle. Onlara yazmak istiyorlarsa, yazmayı seviyorlarsa korkmamalarını söyle benim için. Ne kadar iyi veya ne kadar kötü olduklarını düşünmeleri mühim değil. Yazmazsan, ilerleyemezsin.

     Teşekkür ederim blog. Ben geri dönmek için uğraşıyorum. Biliyorum, sen beni dinlersin. Neticede sen Farklı Bir Dünya'sın.

21 Ocak 2014 Salı

Keşke

     “Merhaba.”
     “Selam.”
     “Nasılsın abi?”

     Sadece baktı. Kısa sürdü muhtemelen. Ardından el kol hareketleri ile, farklı bir gün farklı bir zamanda belki de ne olduğunu anlayamayacağım, “Ben de bilmiyorum ki,” anlamına gelen garip hareketlerde bulundu.
     Fark etmiştim. Hangimiz ne biliyoruz ki?
     Ardından bir süre boş boş oturduk. Onu çöplüğümde ilk ağırlayışım değildi bu, o da alışmıştı artık. O telefonu ile uğraştı, ben bilgisayarımla. Çok konuşmadık, konuşamadık, hazır değildik.

     Bu sefer o sordu: “Nasıl gidiyor?”
     Gülümsedim ve kafamı tekrar monitörüme çevirdim.
     “Boktan?”
     “Yeterli bir tabir mi dersin?”
     “Yeterlisini bulabilir misin?”
     Bir daha gülümsedim.

     Birkaç saat öylece akmıştı; sadece akmıştı. Ardından sessizliği bozan yine o oldu:
     “Dışarı çıkalım mı? Biraz hava alırız.”
     “Almaya yetecek paran var mı ki?”
     Olabildiğince içten gülümsemeye çalışmıştım. Fakat bazen, bazı şeyler ne kadar uğraşsanız da olmuyordu. Üzerime ceketi atıp terk ettim çöplüğü. Temiz havanın ne faydası olacaksa...

     Çok geçmeden sigarasını eline alıp yakmıştı. Temiz hava anlayışlarımız cidden uyuşmuyordu. Her ne kadar onu bu halde görmekten nefret ediyor olsam da bazen, bazı şeyleri ne kadar uğraşsanız da engelleyemiyordunuz.

     O gün kısa bir yürüyüş yapmıştık. Bir saat gidiş, bir saat dönüş. Yeterli değildi, yetemiyordu. Bacaklarımın ağrıdığını, “Yeter artık, lütfen dur!” dediğini hissedebiliyordum. Ama onu dinlemek istemiyordum.

     “Son sefer saat 11'de,” dedi. “Eve erken gitmek istemiyorum.”
     Onun da bacakları farklı şeyler söylememiş olsa gerek, gördüğümüz en sakin, insandan uzak banka yöneldik. Belki ikimiz de ne istediğimizi bilmiyorduk, ancak istemediğimizi bildiğimiz şeylerden biriydi insanlar.

     Konuşmaya çalıştım. Bilmiyorum, bir şeyleri üzerimden atmak, beni rahatlatacağına inandığım bir eylemde bulunmak istiyordum. Ama bu, bunu ilk deneyişim değildi ki. Düşünceler akıyordu zihnimde. Yakalamaya çalışıyor, belli bir düzene sokmaya, gereksizleri; acı verici olanları atıp sadece sevdiklerimle kalmaya uğraşıyordum. Zihnim bana yardım etmiyordu. Sanki düşmanı benmişimcesine savaşıyordu isteklerimle.
     Ya da ben ne istediğimi bilmiyordum. Ama istemediğimi bildiğim şeylerden biriydi yalnız kalmak.

     Ardından onu hayal ettim. Narin vücudu, tatlı bakışlarıyla bana gülümseyişini.
     “Keşke...” dedim derin bir nefes vererek.

     “Değil mi?” 

5 Haziran 2013 Çarşamba

Değil mi?

            Geniş yamacın ucuna doğru ilerledikçe etrafındaki esinti sertleşmekteydi. Sanki “Gelme buraya” diyordu. “Yaklaşma bana, benden sana fayda yok.”
            Ama çocuk dinlemiyordu. Umursamıyordu, umursayacak bir şey kalmamıştı elinde. Ayaklarının onu en kenara, basacak yerin kalmayacağı noktaya kadar götürmesine izin verdi. Buradan deniz ne kadar da güzel görünüyordu.
            “Soğuk,” dedi kısa kollu penyesinin altında açıkta kalan zayıf kollarını ovalarken. Oysa o anda üşüyen kolları değil, kalbiydi.
            “Demek buraya kadar,” diye mırıldandı dalgınca, dalgaların kayalıklara çarpışını izlerken. Tam o anda önünden hızla geçen bir martı dengesini yitirmesine, kendini sertçe geriye atmasına neden olmuştu. Düştüğü yerde, sağ eli ile gözlerini kapatarak kahkaha atmaya başladı.
            “Ne kadar acınası durumdasın. Buraya kadar gelmene rağmen, tamamen kararlı olmana rağmen hala hayatta kalmak için uğraşıyorsun. Hala aşağıya düşmekten korkuyorsun. Ne kadar acınası…”
            Çocuk, kolları yanlarında yavaşça yere serdi kendini. Bulutlar ne kadar da yakın görünmüştü gözüne. Az önce neredeyse düşmesine neden olan o martı sanki bulutlara erişmeyi deniyordu. Sanki başaracaktı. Onun dışında her canlının bir amacı vardı.
            “Peki ya benim amacım ne?”
            Kollarını kaldırdı; bulutlara erişmeyi istercesine. Derin bir nefes aldı. Gözlerinin çevresinde toplanan sıvı birikintisini umursamıyordu.
            “Benim neden bir amacım yok? Neden diğerleri gibi gülüp eğlenemiyor, onlar gibi yaşayamıyorum? Benim eksiğim ne?”
            Bu sorunun cevabını içten içe bildiğini düşünüyordu. O yalnızdı. Yalnızlığa terk edilmişti. Aklının ermeye başladığı günlerde fark etmişti onu tüm sıcaklığıyla kucaklayacak bir bağrın olmadığını.
            Ardından etrafını daha detaylı bir şekilde inceler olmuştu. Sözde arkadaşları vardı bir zamanlar. Ama kimse onu anlayamıyordu. Kimse hislerini önemsemiyordu. Sadece varlardı. Orada durup göz kirliliği yaratıyorlardı. Ancak sormaya kalkışırsan daima dostun olduğunu iddia etmeyi de ihmal etmezler.
            O an sol bileğine bağlı olan yeşil, ince bilekliği çıkartıp öfkeyle atabileceği en uzak noktaya fırlattı.
“Dostlukmuş. Hepiniz yalancısınız! Hepiniz gereksizsiniz!”
            “Değil mi?”
            Çocuk arkasından gelen sakin, ince sesi duyunca şaşkınlıkla ayağa fırlayıp arkasını dönmüştü.
            “Sen de kimsin?” diye sordu karşısında duran, onun yaşlarındaki turuncu, uzun saçlı, çim yeşili bir elbise giymekte olan kıza. “Ne arıyorsun burada?”
            “İnsanlar…” dedi kız, eğilip çocuğun attığı bilekliği alırken. “Ne kadar gereksizler, değil mi?”
            Kız bilekliği koluna takıp, gülümseyerek kolunda nasıl durduğunu izlemeye başlamıştı.
            Çocuk ise kızın güzelliğinden etkilenmiş, konuşamıyordu.
            “Bu bende kalabilir mi?” Kız gülümsemesini çocuğa yönelterek sormuştu. “Sakıncası yoksa?”
            Çocuk yavaşça kafasıyla onaylamıştı. Kız yanından geçip yamacın kenarına oturana kadar ses çıkartamamıştı.
            “Ne kadar güzel değil mi?”
            Kız derin bir nefes almıştı.
            “İnsanlardan uzak, doğayla, denizle bir olabildiğin, onları dinleyebildiğin bir yere sahip olmak.”
            Çocuk tedirgince, kıza doğru bir iki adım atmıştı.
            “O-Oradan uzaklaşsan iyi olur. Tehlikeli olabilir.”
            Kız yerinden kalkmadan bakışlarını çocuğa çevirmişti.
            “Neden bana katılmıyorsun?”
            “D-Dediğim gibi… Tehlikeli.”
            Gülüyordu. Çocuk daha önce bu kadar zarif bir gülüş gördüğünü hatırlamıyordu.
            “Tehlikeli demek? İntihar ederken ölmekten mi korkuyordun yoksa?”
            “B-Ben…”
            “Sadece etrafına bak.”
            Çocuk kızın isteğini yerine getirip çevresine kabaca göz atmıştı.
            “Oradan değil.”
            Kızın avuç içi, oturduğu yerin yanına hafifçe vuruyor, bir şey anlatmaya çalışıyordu. Çocuk itiraz etmedi.
            “Sence de çok güzel değil mi?” Bir an için duraksayıp çocuğa yöneltmişti bakışlarını. “Doğa, hayvanlar… Bu dünyanın sunduğu binlerce güzellik var. Buradan nefret etmek için milyarlarca sebebin olsa da sadece bunlardan birini görmek, bunlardan birini hissetmek yaşamak için yeterli bir sebep olmaz mı?”
            Düşüncelere dalan çocuğu kızın gülüşleri kendine getirmişti.
            “Özür dilerim. Bu çok bencilce oldu değil mi? Sanki benim zevklerimi taşımak zorundaymışsın gibi… Ama eminim seni de buraya bağlayabilecek bir şeyler vardır. Henüz karşına çıkmamış olması, olmayacağı anlamına gelmez.”
            “Taşıyabilirim…”
            “Efendim?” Kız şaşkınca sormuştu. Bir an için çocuğun ne demek istediğini idrak edememişti.
            “Senin zevklerin… Onları ben de taşıyabilirim. Taşımak istiyorum.”
            Çocuk derin bir nefes almıştı.
            “Gerçekten de çok güzel.”
            Kız sadece gülmeye devam ederek yanında duran çocuğun omuzlarına yasladı başını.

            “Değil mi?”

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Tropia - Firof


Merhabalar,

Bir süredir burayı sessiz bıraktığımı fark ettim. Eh, tembelliğin de bir sınırı var tabi. En azından yaşadığımı belirtmek için yeni bir hikaye ayarlamanın iyi olacağını düşündüm.

Yalnız hikayeye geçmeden önce ufak bir açıklamada bulunma gereği hissediyorum. Öncelikle Tropia’yı bir süredir üzerinde çalıştığım kitap projesi olarak tanımlayabilirim. Muhtemelen bu isim (evrenin ismi ile birlikte) ileride değişecektir.

Bu hikayede ise sizlere evreni biraz olsun göstermek istedim. Umarım okurken zevk alırsınız. Ben sözü daha fazla uzatmadan hikâyeye geçiyorum. :)

*********************************************************************************

            “Göz boyamak… Ne kadar kolay...”

            Genç adam cümlesini bitirirken sağ elinde tuttuğu ince, uzun kılıcı ile karşısında duran ufak goblinin göğsüne geniş bir kesik atmıştı. Ufak yaratığın cansız bedeni yere devrilirken bir diğerine doğru ilerledi.

            “Belki de.” diye karşılık verdi arkadaşı arkadan. O da elindeki uzun, tahta asanın bir ucunu toprağa saplamış, gözlerini kapatarak doğadan yardım talep etmişti. Arkadan topladığı kahverengi saçları ve uzun, lacivert cüppesi sert rüzgarda savrulurken tüm öfkesini karşıdan gelen bir grup gobline püskürtmüştü. Sert rüzgarın etkisi ile uçurumdan aşağı savrulan ufak grubun yardım isteme fırsatı dahi olmamıştı.

            “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu büyücü, etrafındaki sert rüzgar yavaşça yok olurken.

“Hiçbir şey.” diye cevap verdi diğer adam. Kılıcını kınına yerleştirip ormanın iç taraflarına doğru yürümeye devam etti. “Şimdilik onların oyununu oynayasım yok. Geliyor musun?”

            “Sormana gerek var mı?” Büyücü gülümseyerek asasını topraktan ayırıp arkadaşının peşine düşmüştü.

            İkilinin günlük rutinlerinden olmuştu artık bu durum. Bir haftadır her gün, kasabanın farklı noktalarında ufak goblin grupları beliriyordu. Henüz insanların topraklarına nasıl geçtikleri bilinmiyordu ancak bu tarafta edindikleri bilgiler ile kendi topraklarına dönmeleri fazla riskliydi.

            Tabi bu konuda bu denli titiz davranan tek kişi büyücünün arkadaşı Nilsak’tı. Bizzat tahtına yeni oturmuş olan kral tarafından, kaçan bir grup goblinin rahat bırakılması üzerine emir aldığından beri kasabaya dönmemiş, kendi bildiğini yapıp bulduğu her goblini temizlemeye karar vermişti. Yeni kralın yönetim şekli hoşuna gitmiyordu.

            “Geri dönmeyi düşünüyor musun?” diye sordu büyücü, bir süre sessizce yürüdükten sonra.

            “Belki.” Adam konuşurken arkasını dönmemişti. Etrafında oluşacak en ufak bir hareketlenmeye karşı tetikte ilerliyordu. Goblinlerin sinsi yaratıklar olduğunu ve beklenmedik anlarda arkalarından saldırmayı iyi bildiklerini söyleyebilecek kadar tecrübe edinmişti.

            “Bu tempoyu uzun süre koruyamayız. Farkındasın değil mi?”

            Adam durup sıkıntılı bir şekilde nefes vermişti. Ardından kafasını arkadaşına çevirerek sakin bir tonda konuşmaya başladı.

            “Firof, benimle gelmek zorunda değilsin.”

            “Biliyorum.”

            İki arkadaş uzunca bir süre birbirinin gözüne baktıktan sonra Nilsak tekrar sıkıntıyla nefes verip yoluna devam etmişti.

            “Bu inadının nereden geldiğini bir türlü anlayamıyorum.”

            “Biliyorum. Daha önce söylemiştin.”

            İkilinin suratında hafif bir tebessüm belirmişti. Hemen ardından Nilsak’ın ani el hareketi ile durup, dikkatlice etrafı dinlemeye başlamışlardı. Kısa bir anlığına da olsa ayak seslerini Firof da duymuştu.

            “Geliyorlar.”

            Nilsak kılıcını çekerken Firof da asasının altını tekrar toprağa saplamıştı. Gizli saldırı fırsatını kaçırdığını fark eden goblinler topluca saldırmaya karar vermiş görünüyordu. Bu seferki grup öncekilerden de ufaktı.

            “Bunları bana bırak.” dedi Nilsak ve kendisini hızlıca grubun ortasına attı. Genç savaşçı, çevikliği ile övünen goblinlerden dahi daha hızlı hareket ediyordu. Neredeyse her adımında bir goblinin cansız bedeni toprağa düşüyordu. Çok geçmeden geriye kalanlar kaçmaya yeltenmişti. Tabi bu durum, Nilsak için onları öldürmeyi daha kolay hale getirmek dışında bir işe yaramıyordu.

            Genç adam kılıcını tekrar kınına sokup sarı, ense uzunluğundaki saçlarını eliyle düzeltirken arkadaşına dönmüştü. O anda Firof, olduğu yerde bağdaş kurmuş, sağ eli çenesinde büyük bir sıkıntı ve sinirin karışımını taşıyan bakışlarını Nilsak’a dikmiş vaziyetteydi.

            “N-Ne oldu yine?”

            “On iki…”

            “Efendim?”

            “Bu “Ben hallederim!” diyerek kendini ortalarına attığın on ikinci grup! Neden tüm eğlenceyi sen alıyorsun?!”

“Ah, ben… Bir dakika. Senin canını sıkan bu muydu yani?”

“Buydu yani!”

“O zaman sen de saldırsaydın ya?”

“İnan bana bir dahaki sefere üzerinde çalıştığım şu meşhur ateş topu saldırısını karşımıza çıkacak grubun tam ortasına göndermek için sabırsızlanıyorum…”

Nilsak, arkadaşının “tam ortada” olacağını kast ettiği kişinin kim olduğunu anlamıştı.

“Görmek için sabırsızlanıyorum.”

Gülümseyerek elini uzatmış, arkadaşını oturduğu yerden kaldırmıştı.

Goblinlerin ilk girişinden bu yana yedi gün geçmişti. Bu Tropia üzerinde daha önce yaşanmış olan bir durum değildi. İnsanlar ile yeşilimsiler arasında, bu tanıma orclar ve goblinler girmekte, Tropia’nın oluşumundan itibaren kesin bir sınır vardı. Geçilemez bir sınır…

Yaratıcılar buna bu şekilde karar vermişti. O gün gelip de kurtarıcılar Tropia’ya ayak basana kadar iki taraf asla birbiri ile karşılaşmayacaktı. Bu karşılaşmayı engelleme adına bulundukları kıtayı ikiye bölen, geniş, şiddetli bir şekilde akan Leirn nehri oluşturulmuştu. Bugüne kadar kim nehrin diğer tarafına geçmeye yeltense kendisini göz açıp kapayıncaya kadar nehrin sonundaki uçurumdan düşerken buluyordu. Tek bir kişi bile hayatta kalamamıştı…

            Ancak yedi gün önce beklenmedik olan gerçekleşmiş, belki de Tropia’nın en akılsız varlıkları olan goblinler insan topraklarına, Eldorian’a geçmenin bir yolunu keşfetmişti. Nilsak’ın ana amacı gördüğü tüm goblinleri temizlemek olsa da bu yaratıkların Eldorian’a nasıl geçtiklerini, onların kullandığı yoldan diğer tarafa geçmelerinin mümkün olup olmadığını da merak etmiyor değildi. Belki de o, onların kullandığı dönüş yolundan diğer tarafa geçebilir, efsanenin gerçekleşmesine fırsat vermeden yeşilimsileri temizleyebilirdi.

            “Nilsak,” dedi büyücü, genç savaşçıyı düşüncelerinden çıkartarak. “Sence… başlamış mıdır?”

            Genç adam gözlerini arkadaşına yönelttiğinde büyücünün gözündeki endişeyi fark etmişti.

            “Efsaneye inanmadığımı biliyorsun.”

            “Hadi ama… İçten içe inandığını biliyorum. Sadece kabul etmek istemiyorsun.”

            “Kabul etmediğim şeylere de inanmam.”

            “Her şey bu kadar basit olsa ne kadar güzel olurdu değil mi?”

            “Firof,” Nilsak arkadaşına iyice yaklaşmış, omuzlarından sıkıca kavramıştı. “Ölmeyeceksin. Bu düşünceyi kafandan sil artık.”

            Firof kendini toparlayarak gülümsemeye başlamıştı.

            “Haklısın.” dedi. “Senin beni koruyacağına eminim.”

            Bu sefer önde, konuşmasını bitirir bitirmez asasını alıp hareketlenmiş olan büyücü ilerliyordu.

Firof, goblinleri ilk gördüğünden beri değişken bir psikoloji içerisindeydi. Tropia’nın yaratılışından beri konuşulan efsaneye göre kurtarıcılar bu topraklara adım atmadan önce iki taraf, insanlar ve yeşilimsiler birbirini görmeye başlayacak ve kurtarıcının varışı ile Tropia üzerindeki “büyü” yok olacaktı. Bu söz ile kast edilenin ne olduğu bilinmiyordu fakat büyücüler arasındaki ortak kanı büyü kullanan herkesin hayatlarını kaybedeceği yönündeydi.

            İkilinin şu an kasabadaki durumu hayal etmeleri zor değildi. Muhtemelen oradaki büyücüler kıyamet senaryolarına başlamış, umutsuzca etrafta felaket tellallığı yapar olmuştu. Nilsak, bir kısmının çoktan kafayı sıyırdığına emindi.

            Firof bu nedenle arkadaşının peşine düşmüştü. Nilsak da bu yüzden geri dönmüyordu. Bir şekilde sakinleşecekti kasabadakiler. İşte o gün geri döneceklerdi. Kurtarıcı gelmemiş olacaktı ama onlar dönecekti. Nilsak o efsanenin gerçekleşmeyeceğine, insanların korktukları o büyük savaşın hiçbir zaman yaşanmayacağına kendisini inandırmıştı.

            Derken ani bir gök gürültüsü duyuldu ormanın her yanında. Gökyüzünde düzensiz ışık patlamaları görülüyordu. Ardından ikinci ve üçüncü gök gürültüleri geldi. Bu ses belli aralıklarla tekrarlanıyordu ancak etrafta yağan veya yağacak olan yağmura ilişkin en ufak bir iz yoktu.

            O an Nilsak, karşılaşmaktan en çok korktuğu sesi duymuştu. En yakın dostu dehşet içinde çığlık atıyor, düştüğü yerde umutsuzca çırpınıyordu.

            “Hayır,” diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. “HAYIIIIIIR!!”

            Nilsak ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşını bu şekilde çırpınırken görmek onu şoka sokmuştu. Kısa süre sonra Firof’un bağırışlarının sadece korkusundan kaynaklanmadığını fark etmişti. Arkadaşı gözleri önünde acı çekiyordu.

            “F-Firof…”

            Genç adam ne yapacağını bilemeyerek arkadaşına uzanmayı denemişti. Ancak tam o anda Firof’un bedeninden yayılan bir güç dalgası onu arkasında kalan ağacın gövdesine yapıştırmıştı.

            Firof yavaşça ayaklanıyordu. Aslında ayaklanıyor demek pek de doğru olmaz, yükseliyordu. Vücudunun etrafında mavi bir parıltı belirmiş, sanki yukarıdan bir güç onu çekmeye başlamıştı. Artık bağırmıyordu. Vücudu yükselmeye devam ederken yaşlarla kaplı olan gözlerini dostuna çevirmişti.

            “Sanırım ayrılma vaktimiz geldi.” dedi kendisini gülmeye zorlayarak. Becerememişti.

            “Hayır,” diye söylendi Nilsak, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle. Yavaşça ayağa kalkıp arkadaşına doğru ilerlemeye başlamıştı. “Hayır.”

            O an, sanki birkaç saniyeliğine her şey durmuştu. Firof’un gülümsediğini, hatta teşekkür ettiğini duyduğuna emindi. Çok kısa bir andı, ama saatlerce sürmüş gibiydi. Firof yok olmuştu. Bedeninin tamamını kaplayan mavi parıltı iyice büyümüş ve en sonunda Firof ile birlikte ortadan kaybolmuştu. Büyücü, genç savaşçının yoldaşı artık yanında durmuyordu. O an Nilsak’ın kafasında dönen tek şey, kasaba yaşlısının söylevleriydi.
            “Kurtarıcılar dünyaya ayak bastığında büyü Tropia’dan silinecek ve tüm canlılar kendisini kaçınılmaz savaşa hazırlayacak. Artık Tropia’ya kimin hakim olacağını belirleme zamanı geldi.”