Merhabalar,
Bir süredir burayı sessiz bıraktığımı fark ettim. Eh, tembelliğin de bir sınırı var tabi. En azından yaşadığımı belirtmek için yeni bir hikaye ayarlamanın iyi olacağını düşündüm.
Yalnız hikayeye geçmeden önce ufak bir açıklamada bulunma gereği hissediyorum. Öncelikle Tropia’yı bir süredir üzerinde çalıştığım kitap projesi olarak tanımlayabilirim. Muhtemelen bu isim (evrenin ismi ile birlikte) ileride değişecektir.
Bu hikayede ise sizlere evreni biraz olsun göstermek istedim. Umarım okurken zevk alırsınız. Ben sözü daha fazla uzatmadan hikâyeye geçiyorum. :)
*********************************************************************************
“Göz boyamak… Ne kadar kolay...”
Bir süredir burayı sessiz bıraktığımı fark ettim. Eh, tembelliğin de bir sınırı var tabi. En azından yaşadığımı belirtmek için yeni bir hikaye ayarlamanın iyi olacağını düşündüm.
Yalnız hikayeye geçmeden önce ufak bir açıklamada bulunma gereği hissediyorum. Öncelikle Tropia’yı bir süredir üzerinde çalıştığım kitap projesi olarak tanımlayabilirim. Muhtemelen bu isim (evrenin ismi ile birlikte) ileride değişecektir.
Bu hikayede ise sizlere evreni biraz olsun göstermek istedim. Umarım okurken zevk alırsınız. Ben sözü daha fazla uzatmadan hikâyeye geçiyorum. :)
*********************************************************************************
“Göz boyamak… Ne kadar kolay...”
Genç adam cümlesini
bitirirken sağ elinde tuttuğu ince, uzun kılıcı ile karşısında duran ufak
goblinin göğsüne geniş bir kesik atmıştı. Ufak yaratığın cansız bedeni yere
devrilirken bir diğerine doğru ilerledi.
“Belki de.” diye karşılık verdi arkadaşı arkadan. O da elindeki uzun, tahta asanın bir ucunu toprağa saplamış, gözlerini kapatarak doğadan yardım talep etmişti. Arkadan topladığı kahverengi saçları ve uzun, lacivert cüppesi sert rüzgarda savrulurken tüm öfkesini karşıdan gelen bir grup gobline püskürtmüştü. Sert rüzgarın etkisi ile uçurumdan aşağı savrulan ufak grubun yardım isteme fırsatı dahi olmamıştı.
“Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu büyücü, etrafındaki sert rüzgar yavaşça yok olurken.
“Hiçbir şey.” diye cevap verdi diğer adam. Kılıcını kınına yerleştirip ormanın iç taraflarına doğru yürümeye devam etti. “Şimdilik onların oyununu oynayasım yok. Geliyor musun?”
“Sormana gerek var mı?” Büyücü gülümseyerek asasını topraktan ayırıp arkadaşının peşine düşmüştü.
İkilinin günlük rutinlerinden olmuştu artık bu durum. Bir haftadır her gün, kasabanın farklı noktalarında ufak goblin grupları beliriyordu. Henüz insanların topraklarına nasıl geçtikleri bilinmiyordu ancak bu tarafta edindikleri bilgiler ile kendi topraklarına dönmeleri fazla riskliydi.
Tabi bu konuda bu denli titiz davranan tek kişi büyücünün arkadaşı Nilsak’tı. Bizzat tahtına yeni oturmuş olan kral tarafından, kaçan bir grup goblinin rahat bırakılması üzerine emir aldığından beri kasabaya dönmemiş, kendi bildiğini yapıp bulduğu her goblini temizlemeye karar vermişti. Yeni kralın yönetim şekli hoşuna gitmiyordu.
“Geri dönmeyi düşünüyor musun?” diye sordu büyücü, bir süre sessizce yürüdükten sonra.
“Belki.” Adam konuşurken arkasını dönmemişti. Etrafında oluşacak en ufak bir hareketlenmeye karşı tetikte ilerliyordu. Goblinlerin sinsi yaratıklar olduğunu ve beklenmedik anlarda arkalarından saldırmayı iyi bildiklerini söyleyebilecek kadar tecrübe edinmişti.
“Bu tempoyu uzun süre koruyamayız. Farkındasın değil mi?”
Adam durup sıkıntılı bir şekilde nefes vermişti. Ardından kafasını arkadaşına çevirerek sakin bir tonda konuşmaya başladı.
“Firof, benimle gelmek zorunda değilsin.”
“Biliyorum.”
İki arkadaş uzunca bir süre birbirinin gözüne baktıktan sonra Nilsak tekrar sıkıntıyla nefes verip yoluna devam etmişti.
“Bu inadının nereden geldiğini bir türlü anlayamıyorum.”
“Biliyorum. Daha önce söylemiştin.”
İkilinin suratında hafif bir tebessüm belirmişti. Hemen ardından Nilsak’ın ani el hareketi ile durup, dikkatlice etrafı dinlemeye başlamışlardı. Kısa bir anlığına da olsa ayak seslerini Firof da duymuştu.
“Geliyorlar.”
Nilsak kılıcını çekerken Firof da asasının altını tekrar toprağa saplamıştı. Gizli saldırı fırsatını kaçırdığını fark eden goblinler topluca saldırmaya karar vermiş görünüyordu. Bu seferki grup öncekilerden de ufaktı.
“Bunları bana bırak.” dedi Nilsak ve kendisini hızlıca grubun ortasına attı. Genç savaşçı, çevikliği ile övünen goblinlerden dahi daha hızlı hareket ediyordu. Neredeyse her adımında bir goblinin cansız bedeni toprağa düşüyordu. Çok geçmeden geriye kalanlar kaçmaya yeltenmişti. Tabi bu durum, Nilsak için onları öldürmeyi daha kolay hale getirmek dışında bir işe yaramıyordu.
Genç adam kılıcını tekrar kınına sokup sarı, ense uzunluğundaki saçlarını eliyle düzeltirken arkadaşına dönmüştü. O anda Firof, olduğu yerde bağdaş kurmuş, sağ eli çenesinde büyük bir sıkıntı ve sinirin karışımını taşıyan bakışlarını Nilsak’a dikmiş vaziyetteydi.
“N-Ne oldu yine?”
“On iki…”
“Efendim?”
“Bu “Ben hallederim!” diyerek kendini ortalarına attığın on ikinci grup! Neden tüm eğlenceyi sen alıyorsun?!”
“Ah, ben… Bir dakika. Senin canını sıkan bu muydu yani?”
“Buydu yani!”
“O zaman sen de saldırsaydın ya?”
“İnan bana bir dahaki sefere üzerinde çalıştığım şu meşhur ateş topu saldırısını karşımıza çıkacak grubun tam ortasına göndermek için sabırsızlanıyorum…”
Nilsak, arkadaşının “tam ortada” olacağını kast ettiği kişinin kim olduğunu anlamıştı.
“Görmek için sabırsızlanıyorum.”
Gülümseyerek elini uzatmış, arkadaşını oturduğu yerden kaldırmıştı.
Goblinlerin ilk girişinden bu yana yedi gün geçmişti. Bu Tropia üzerinde daha önce yaşanmış olan bir durum değildi. İnsanlar ile yeşilimsiler arasında, bu tanıma orclar ve goblinler girmekte, Tropia’nın oluşumundan itibaren kesin bir sınır vardı. Geçilemez bir sınır…
Yaratıcılar buna bu şekilde karar vermişti. O gün gelip de kurtarıcılar Tropia’ya ayak basana kadar iki taraf asla birbiri ile karşılaşmayacaktı. Bu karşılaşmayı engelleme adına bulundukları kıtayı ikiye bölen, geniş, şiddetli bir şekilde akan Leirn nehri oluşturulmuştu. Bugüne kadar kim nehrin diğer tarafına geçmeye yeltense kendisini göz açıp kapayıncaya kadar nehrin sonundaki uçurumdan düşerken buluyordu. Tek bir kişi bile hayatta kalamamıştı…
Ancak yedi gün önce beklenmedik olan gerçekleşmiş, belki de Tropia’nın en akılsız varlıkları olan goblinler insan topraklarına, Eldorian’a geçmenin bir yolunu keşfetmişti. Nilsak’ın ana amacı gördüğü tüm goblinleri temizlemek olsa da bu yaratıkların Eldorian’a nasıl geçtiklerini, onların kullandığı yoldan diğer tarafa geçmelerinin mümkün olup olmadığını da merak etmiyor değildi. Belki de o, onların kullandığı dönüş yolundan diğer tarafa geçebilir, efsanenin gerçekleşmesine fırsat vermeden yeşilimsileri temizleyebilirdi.
“Nilsak,” dedi büyücü, genç savaşçıyı düşüncelerinden çıkartarak. “Sence… başlamış mıdır?”
Genç adam gözlerini arkadaşına yönelttiğinde büyücünün gözündeki endişeyi fark etmişti.
“Efsaneye inanmadığımı biliyorsun.”
“Hadi ama… İçten içe inandığını biliyorum. Sadece kabul etmek istemiyorsun.”
“Kabul etmediğim şeylere de inanmam.”
“Her şey bu kadar basit olsa ne kadar güzel olurdu değil mi?”
“Firof,” Nilsak arkadaşına iyice yaklaşmış, omuzlarından sıkıca kavramıştı. “Ölmeyeceksin. Bu düşünceyi kafandan sil artık.”
Firof kendini toparlayarak gülümsemeye başlamıştı.
“Haklısın.” dedi. “Senin beni koruyacağına eminim.”
Bu sefer önde, konuşmasını bitirir bitirmez asasını alıp hareketlenmiş olan büyücü ilerliyordu.
Firof, goblinleri ilk gördüğünden beri değişken bir psikoloji içerisindeydi. Tropia’nın yaratılışından beri konuşulan efsaneye göre kurtarıcılar bu topraklara adım atmadan önce iki taraf, insanlar ve yeşilimsiler birbirini görmeye başlayacak ve kurtarıcının varışı ile Tropia üzerindeki “büyü” yok olacaktı. Bu söz ile kast edilenin ne olduğu bilinmiyordu fakat büyücüler arasındaki ortak kanı büyü kullanan herkesin hayatlarını kaybedeceği yönündeydi.
İkilinin şu an kasabadaki durumu hayal etmeleri zor değildi. Muhtemelen oradaki büyücüler kıyamet senaryolarına başlamış, umutsuzca etrafta felaket tellallığı yapar olmuştu. Nilsak, bir kısmının çoktan kafayı sıyırdığına emindi.
Firof bu nedenle arkadaşının peşine düşmüştü. Nilsak da bu yüzden geri dönmüyordu. Bir şekilde sakinleşecekti kasabadakiler. İşte o gün geri döneceklerdi. Kurtarıcı gelmemiş olacaktı ama onlar dönecekti. Nilsak o efsanenin gerçekleşmeyeceğine, insanların korktukları o büyük savaşın hiçbir zaman yaşanmayacağına kendisini inandırmıştı.
Derken ani bir gök gürültüsü duyuldu ormanın her yanında. Gökyüzünde düzensiz ışık patlamaları görülüyordu. Ardından ikinci ve üçüncü gök gürültüleri geldi. Bu ses belli aralıklarla tekrarlanıyordu ancak etrafta yağan veya yağacak olan yağmura ilişkin en ufak bir iz yoktu.
O an Nilsak, karşılaşmaktan en çok korktuğu sesi duymuştu. En yakın dostu dehşet içinde çığlık atıyor, düştüğü yerde umutsuzca çırpınıyordu.
“Hayır,” diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. “HAYIIIIIIR!!”
Nilsak ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşını bu şekilde çırpınırken görmek onu şoka sokmuştu. Kısa süre sonra Firof’un bağırışlarının sadece korkusundan kaynaklanmadığını fark etmişti. Arkadaşı gözleri önünde acı çekiyordu.
“F-Firof…”
Genç adam ne yapacağını bilemeyerek arkadaşına uzanmayı denemişti. Ancak tam o anda Firof’un bedeninden yayılan bir güç dalgası onu arkasında kalan ağacın gövdesine yapıştırmıştı.
Firof yavaşça ayaklanıyordu. Aslında ayaklanıyor demek pek de doğru olmaz, yükseliyordu. Vücudunun etrafında mavi bir parıltı belirmiş, sanki yukarıdan bir güç onu çekmeye başlamıştı. Artık bağırmıyordu. Vücudu yükselmeye devam ederken yaşlarla kaplı olan gözlerini dostuna çevirmişti.
“Sanırım ayrılma vaktimiz geldi.” dedi kendisini gülmeye zorlayarak. Becerememişti.
“Hayır,” diye söylendi Nilsak, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle. Yavaşça ayağa kalkıp arkadaşına doğru ilerlemeye başlamıştı. “Hayır.”
O an, sanki birkaç saniyeliğine her şey durmuştu. Firof’un gülümsediğini, hatta teşekkür ettiğini duyduğuna emindi. Çok kısa bir andı, ama saatlerce sürmüş gibiydi. Firof yok olmuştu. Bedeninin tamamını kaplayan mavi parıltı iyice büyümüş ve en sonunda Firof ile birlikte ortadan kaybolmuştu. Büyücü, genç savaşçının yoldaşı artık yanında durmuyordu. O an Nilsak’ın kafasında dönen tek şey, kasaba yaşlısının söylevleriydi.
“Kurtarıcılar dünyaya ayak
bastığında büyü Tropia’dan silinecek ve tüm canlılar kendisini kaçınılmaz
savaşa hazırlayacak. Artık Tropia’ya kimin hakim olacağını belirleme zamanı
geldi.”