18 Nisan 2013 Perşembe

Yeni Bir Seri: Shingeki no Kyojin




            “Geri çekiliyoruz, bütün birlikler. Geri dönün!”
            “Burada pes edemeyiz!”
            “Yapabileceğimiz bir şey kalmadı. Daha fazla askeri feda edemem! Geri dönün!”
           
            Uzun zamandır yeni çıkan animeleri takip etmek yerine eskilerden hakkında çok övgü duyduğum serilere göz atmayı tercih ediyordum. Bu durum sizin de anlayabileceğiniz üzere bu sezon değişiklik gösterdi. Henüz iki bölümü yayınlanmış olsa da Shingeki no Kyojin beni fazlasıyla etkilemeyi başardı.

            “Onların her birini yeryüzünden silicem!”

            Animenin geçtiği evren, uzun süredir açlığını çektiğim türden. Genellikle batı tarzı hikayelerde şahit olduğum ortaçağ teması, o döneme ait yapılanmalar ve yaşantı biçimi seriye çok güzel bir şekilde yedirilmiş durumda. Tabi bu hikayede bizi büyücüler veya alıştığımız türden savaşçılar beklemiyor.

            “100 yıldır huzur içinde yaşıyoruz. Şimdi gelecek değiller ya?”
            “Sen buna huzur mu diyorsun? Kafese kapatılmış bir kuş gibi bu duvarların arasında sıkışıp kalmayı huzur olarak mı görüyorsun?!”

            Hikayeye hafiften değinmek gerekirse ana karakterimiz Eren, devlerden korunmak için 100 yıl önce inşa edilmiş, 50 metre yüksekliğinde olan bir duvarın arkasında yaşayan insanlardan biri. Duvarın inşasından sonra geçen dönemde insanlar dışarıya çıkmadıkları sürece devlerle sıkıntı yaşamamışlardı.
            Devler ise isimlerinden de anlaşılacağı üzere devasa boyutlarda olan, haliyle insanlara oranla aşırı güçlü oldukları söylenilebilecek varlıklar. Yeri gelmişken en büyük eğlencelerinin de insan yemek olduğunu belirteyim.

            “Eren Survey Corps’a katılmayı düşünüyor.”
            “Ne?! Onlara söylemeyeceğine söz vermiştin!!”
           
            Biraz da Eren’den bahsedelim. İnsanların bir mahkum gibi yaşamaktan mutlu olduklarını gördükçe sinirlenen, asi, kolay kolay söz dinlemeyen çocuklarımızdan biri kendisi. Biraz meraklı, özgürlüğüne düşkün bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Duvarın dışını görmenin ve duvarlar olmadan sürdürülebilecek bir yaşamın nasıl olacağının hayalini kurduğu belli. Bu nedenle de Eren, insanların, özellikle de ailelerin pek hoş karşılamadığı Survey Corps adlı birliğe katılmayı istiyor.
Survey Corps, temel olarak bu devlere karşı savaşmanın, onları öldürebilmenin yöntemlerini arayan; insanların bir kısmının karşı çıkıyor olmasına rağmen belli dönemlerde dışarıya çıkıp devlere karşı şanslarını deneyen bir birlik. Düşünce yapısı Eren gibi olan birçok kişinin gözünde ise bu insanlar “aptallardan” ziyade “kahramanlar” olarak anılmakta.

“Özür dileriz! O büyüklerine saygısızlık etmek istemedi. Açlıktan ne yaptığını bilmiyor efendim.”
“... Size kendi yemeklerimizden veriyorsak biraz saygı duyun! Bir çocuk bile müteşekkir olması gerektiğini bilmeli!”

Tabi Eren karakteri yürüdüğü yolda yalnız değil. Armin ve Mikasa adlı iki dostu da ona eşlik etmekte. Bu karakterlerden Mikasa’nın kim olduğu, ne tür bir gizem barındırdığı ise henüz açıklanmayı bekleyen noktalardan.

“Onları yenemeyiz! Yenemezdik... Onu kurtaramamanın sebebi yeterince güçlü olmaman! Benim savaşamama sebebim ise yeterince cesur olmamam...”

İşin hikaye kısmına değinmekten kaçınacağım. Tanıtım amacıyla yazdığım bir yazıda gereğinden fazla olay anlatıp sizi de soğutmak istemem. Ama yazımı bitirmeden önce hoşuma giden son bir detaydan da bahsetmek istiyorum; Survey Corps...
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu birlik devlere karşı koyabilmek adına oluşturulmuş bir birlik. İnsanların çoğu duvarların arkasında sıkıntı yaşamadan bir yüzyıl daha yaşayabileceğini düşünüyorken bunlar, her ihtimale karşı o devlerle savaşmanın bir yolunu arayan “aptallar”.
Tabi bu birliğin içine girmek de kolay görünmüyor. Katı bir eğitim dönemine sahipler. Açıkcası o ekipmanları o kadar etkili bir şekilde kullanabilmek için bu eğitime katlanmaya ben bile razı olurdum.
Ekipmanlardan bahsetmişken... Sanırım kullandıkları cihazları burada anlatmam beni zorlayacak. Bellerine astıkları, iki yanlarında duran dikdörtgen şekilli “kutuların” içerisinde kullandıkları yakın dövüş silahları, ve halatlar bulunmakta. Bu kutuların içerisinde bulunan bir mekanizma sayesinde söz konusu halatları hızlı bir şekilde fırlatıp geri çekebiliyorlar. Bunu da genellikle yüksekte kalmak ve havada seri hareket edebilmek adına kullanıyorlar. Malum, devlerle savaşırken üstümüze basılmasını istemeyiz.

“Ben Survey Corps’a yazılıyorum.”
“Ben de.”
“O halde ben de geliyorum.”
“Üçümüz...”

Benden bugünlük bu kadar. Açıkcası ilk defa bir tanıtım yazısı hazırlamayı denedim. Animeye biraz da olsa ilgi duymanızı sağlayabildiysem ne mutlu bana. Yazıyı hazırlarken hikaye hakkında gereğinden fazla bilgi sızdırmadığımı düşünüyorum fakat oldu da öyle bir hata ettiysem affınıza sığınıyorum. Şimdiden iyi seyirler dilerim. Bu gibi anlarda Survey Corps daima yanımızda olsun... :)



17 Nisan 2013 Çarşamba

Karanlık


            Karanlıkta uyandım.
            Bu gece de kendimi istemsizce karanlığın kucağına bıraktım. O, kalın; can yakan kolları ile beni çevrelerken sessizce durup sonumu bekledim.
            Aslında çığlık atıyordum. Dışarıdan duyulmuyordu belki ama içten içe boğazlarımı yırtarcasına çığlık attığımı biliyordum. Sessiz çığlıklarım...
            Sonsuzluk hissi bu olsa gerek. Gözün görmediği, kulağın herhangi bir ses duymadığı; zamanın geçip geçmediğini dahi anlayamadığın o an. Tüm algılarımı kaybetmiştim. Düşüncelerim de kendi sağlık sınırını aşmak üzereydi.
            Derken bir rahatlama hissettim. Hareket edebildiğimi fark ettim. Anlaşılan tüm algılarım ölmemişti. Karanlık, sonunda o kalın kollarını çekmişti.
            Ama neden?
            Yürümeye başladım. Her yer dümdüzdü. Ne bir tümseğe takılıyor, ne de herhangi bir nesneye çarpıyordum. Tenime çarpan rüzgar hissinden mahrumdum fakat kapalı bir alanda bulunmadığımın da farkındaydım.
            Neredeyim ben?
            Sonrasında aklımda o fikir belirdi. Muhtemelen şu an onun oyununu oynuyordum. Beni izlemekten, yapacaklarımı tahmin etmekten zevk alıyordu belki de. Bu düşüncenin kafamda belirmesi ile bulunduğum yerde bağdaş kurarak oturmam bir oldu.
            “Hayır!” dedim. Çok garip. Bu sefer kendi sesimi de duyabilmiştim. “Senin oyununu oynamayacağım!”
            Herhangi bir cevap yoktu. En ufak bir tepki dahi oluşmamıştı. Yine de hissedebiliyordum... Üzerimdeki o iğrenç gülümsemeyi, karanlığın pis kokulu nefesini hissedebiliyordum.
            O anda burnumun artık koku alabildiğini de fark etmiştim. İçimde çocukca bir neşe belirdi. Benden alınan ne varsa birer birer geri geliyordu. Heyecanlandım. Ayağa kalkıp koşmaya başladım.
            Esinti vardı... Dalga sesleri eşliğinde gelen bir esinti. Hissedebiliyordum. Toprağın tatlı kokusunu duyup kuşların cıvıltısı ile dans edebiliyordum.
            Fakat neden hâlâ göremiyordum?
            Derken yine yokluğun içinde bulmuştum kendimi. Adımlarım yavaşlayıp, vücudum hareket etmeyi kestiğinde çevremde en ufak bir ses, his veya koku kalmamıştı. Yine hissetmiştim o elleri çevremde. Karanlık beni sıkı sıkıya tutuyor, verdiği ne varsa geri alıyordu.
            “Beni bırakmayacaksın değil mi?” diye sordum. Sesim çıkmamıştı...
            “Burada sonsuza dek oyuncağın olarak kalacağım değil mi?”

15 Nisan 2013 Pazartesi

Tembel Bir Ruh



            Tembellik kötü bir şey değil mi?
            Yani, öyle olsa gerek. Öyle hissediyorum. Ama detayını araştırmayacak kadar da üşengecim.

            Bunca yıllık ömrümde –böyle başlayınca sanki ihtiyarın tekiymişim gibi durdu, sevdim.- muhtemelen “yapmadığım” bir çok şeyin sebebi tembelliğim. Şu anda mesai saatimde çalışmak yerine oturmuş bunları karalıyorsam bunu da tembelliğime bağlayabilirsiniz. Ben bu satırlarla uğraşırken saat neredeyse 5 olmak üzere.
            Şu anki halimi çalışmamak için yaptığım bir inat olarak görebilirsiniz. Ya da zaman öldürme çabası. Felsefi bir şey beklediyseniz çok yanıldınız. Saat 16.58 olana kadar burada uzatabildiğim kadar uzatıp ardından bu yazının bloga geçirilmesi ile uğraşacağım.
            
            Ah, saat geldi. Ben kaçar! 

12 Nisan 2013 Cuma

Yaz Ayları


           “Yaz aylarını sevmiyorum.”
            Normal bir zamanda bana gelip “Yaz dönemi” ile ilgili ne düşündüğümü soracak olsanız kesinlikle vereceğim cevap budur. Bu konuda da çevremdeki birçok insandan az laf işitmemişimdir.
            Kendimi daima Kış’ın, soğuğun insanı olarak görmüşümdür. Soğuk beni rahatsız etmez, üşümeyi, gerekirse de üşüdüğüm için hasta olmayı severim. Zaten soğuğa karşı çözüm de basittir. Üşüyor muyum? Biraz kalın giyinirim. Hâlâ yeterli değil mi? Daha da kalınını bulurum o halde. İki kat giyinirim. Olmadı ateş yakar üstüne otururum!
            Ama olay Yaz aylarına, sıcağa geldiğinde aynı şeyi söyleyemiyorum. Yaz aylarından bahsederken “Sıcak mı? İnce giyinirim. Hâlâ yeterli değil mi? O halde soyunur çırılçıplak dolanırım!” diyemiyorum. O şekilde insan içine nasıl çıkabilirim ki?
            Diğer yandan sıcak söz konusu olduğunda çıplak olsanız bile direnemediğiniz bir nokta var. Sıcaklık, çıplaklık ile dengelenebilen bir şey değil. Soğuğa karşı sıcağı (kıyafetler) kullanarak direniyoruz fakat söz konusu sıcak olduğunda soğuğu kullanarak değil, sıcaktan kurtularak kendimizi korumaya çalışıyoruz. Giyebileceğimiz, yanımızda rahatça gezdirebileceğimiz bir “soğuk” yok ortada.
            Böyle bir durumda Yaz aylarını sevmemi kim bekleyebilir ki? Henüz “terleme” detayından bahsetmiyorum bile. Ya da Yaz aylarında, özellikle de toplu taşıma araçlarındaki rahatsız edici görüntülerden...
            Ama, tüm bunlara rağmen yine de Yaz’ı/Bahar’ı sevdiğim noktalar da var tabi. Benim gözümde genelde “sıkıntıları” güzelliklerini bastırıyor olsa da sadece o aylarda yaşanan tatlılıkları da unutmak istemiyorum.
            Yaz demek birçok insan için “tatil” demek. Yatıp dinlenmek, doya doya gezip eğlenmek, iş/okul hayatının yorgunluğundan ve sorumluluklarından kısa bir an için olsa dahi uzaklaşabilmek demek. Şahsen bu hayatta beni doya doya tembellik edebilmek, istediğim kadar yatıp herhangi bir sorumluluk hissetmeden istediğimi yapabilmek kadar mutlu eden bir şey daha zor bulunur.
            “Özgürlük nedir?” sorusunun da benim zihnimdeki cevabı budur zaten: “İstediğim kadar uyuyabilmek.”
            Bir de o ayların rahatlığı var tabi. Şöyle sakin bir Bahar akşamı, ne bunaltan ne de insanı üşüten, hafif, insanı rahatlatan; insanda kucaklayıp bir daha bırakmama, gitmesine izin vermeme hislerini uyandıran bir esinti eşliğinde sahil yürüyüşleri...
            Bu söylediğimi çok nadir yapabildiğim için içimde büyük bir özlem de yok değil. Bazen sadece gecenin bir yarısı kendimi sahilin kenarına atıp, sabaha kadar gece göğünü izleyerek, dalga seslerini dinleyip kendimi serin rüzgarların esintilerine bırakarak uyumayı o kadar istiyorum ki.
            Ve bu noktada da kendime “Dünya’ya dön.” demek dışında yapabildiğim bir şey olmuyor. Gece esintisinde uyumak mı? Soyulmaya, zarar görmeye bu kadar meraklıysam önümde bir engel yok tabi. İnsanların başkasının elindekilere bu denli göz diktiği, güven kavramının neredeyse yok olduğu bir çağda böyle “rahatlamalar” anca hayallerde kalıyor...
            Bir de gün vakti, güneş ile aram her ne kadar kötü olsa da yeşilliklerin arasında dolaşıp, bir ağacın gölgesinde otururken duyabileceğiniz o cıvıl cıvıl, insanın içini kelimelere dökemediği bir huzur, bir mutluluk ile dolduran kuş sesleri vardır ki o anların, verdikleri o hissin sonsuza kadar sürebilmesini ne kadar arzu ettiğimi ben dahi bilmiyorum.
            Sadece elime bir kitap alıp o ağacın altına oturmayı, bambaşka bir dünyaya yolculuk etmeyi istiyorum. Bu da sadece istek olarak kalabilen, gerçekleştiremediğim arzulardan biri işte. Ben o ağacın altına otururum oturmasına ancak birkaç adım ötemde duran yol; arabaların, bağrışan insanların yaptığı gürültüler o tatlı kuşların seslerini bastırıyorken başka bir dünyaya yolculuk etmek...
            Bunları düşünürken fark ediyorum ki ben aslında Yaz aylarını sevmek istiyorum, bu konuda elimden geleni yapıyorum. Bana izin vermeyenler insanlar. Bu hayatın birçok yönünden tat almaya kendimi açık hissediyorum fakat her seferinde başka bir insan o tadı bozmak için köşede bir yerde bekliyor.
            İnsanları da sevmek istiyorum, hayata, insanlara; bütün canlılara güler bir yüz ile, saf mutluluk ile yaklaşmak için elimden geleni yapıyorum. Ama ben kalabalığın insanı değilim. Sakinliği, sessizliği severim.
            Yaz ayları deyince sıcak dışında aklıma gelen bir diğer şey ise insan kalabalığı; kendini yazın gelişinin verdiği mutlulukla sokağa atmış olan diğer insanlar. Bu yüzden Yaz aylarını sevemiyorum ben. Elimden geleni yapıyorum, ama insanlar izin vermiyor...