5 Haziran 2013 Çarşamba

Değil mi?

            Geniş yamacın ucuna doğru ilerledikçe etrafındaki esinti sertleşmekteydi. Sanki “Gelme buraya” diyordu. “Yaklaşma bana, benden sana fayda yok.”
            Ama çocuk dinlemiyordu. Umursamıyordu, umursayacak bir şey kalmamıştı elinde. Ayaklarının onu en kenara, basacak yerin kalmayacağı noktaya kadar götürmesine izin verdi. Buradan deniz ne kadar da güzel görünüyordu.
            “Soğuk,” dedi kısa kollu penyesinin altında açıkta kalan zayıf kollarını ovalarken. Oysa o anda üşüyen kolları değil, kalbiydi.
            “Demek buraya kadar,” diye mırıldandı dalgınca, dalgaların kayalıklara çarpışını izlerken. Tam o anda önünden hızla geçen bir martı dengesini yitirmesine, kendini sertçe geriye atmasına neden olmuştu. Düştüğü yerde, sağ eli ile gözlerini kapatarak kahkaha atmaya başladı.
            “Ne kadar acınası durumdasın. Buraya kadar gelmene rağmen, tamamen kararlı olmana rağmen hala hayatta kalmak için uğraşıyorsun. Hala aşağıya düşmekten korkuyorsun. Ne kadar acınası…”
            Çocuk, kolları yanlarında yavaşça yere serdi kendini. Bulutlar ne kadar da yakın görünmüştü gözüne. Az önce neredeyse düşmesine neden olan o martı sanki bulutlara erişmeyi deniyordu. Sanki başaracaktı. Onun dışında her canlının bir amacı vardı.
            “Peki ya benim amacım ne?”
            Kollarını kaldırdı; bulutlara erişmeyi istercesine. Derin bir nefes aldı. Gözlerinin çevresinde toplanan sıvı birikintisini umursamıyordu.
            “Benim neden bir amacım yok? Neden diğerleri gibi gülüp eğlenemiyor, onlar gibi yaşayamıyorum? Benim eksiğim ne?”
            Bu sorunun cevabını içten içe bildiğini düşünüyordu. O yalnızdı. Yalnızlığa terk edilmişti. Aklının ermeye başladığı günlerde fark etmişti onu tüm sıcaklığıyla kucaklayacak bir bağrın olmadığını.
            Ardından etrafını daha detaylı bir şekilde inceler olmuştu. Sözde arkadaşları vardı bir zamanlar. Ama kimse onu anlayamıyordu. Kimse hislerini önemsemiyordu. Sadece varlardı. Orada durup göz kirliliği yaratıyorlardı. Ancak sormaya kalkışırsan daima dostun olduğunu iddia etmeyi de ihmal etmezler.
            O an sol bileğine bağlı olan yeşil, ince bilekliği çıkartıp öfkeyle atabileceği en uzak noktaya fırlattı.
“Dostlukmuş. Hepiniz yalancısınız! Hepiniz gereksizsiniz!”
            “Değil mi?”
            Çocuk arkasından gelen sakin, ince sesi duyunca şaşkınlıkla ayağa fırlayıp arkasını dönmüştü.
            “Sen de kimsin?” diye sordu karşısında duran, onun yaşlarındaki turuncu, uzun saçlı, çim yeşili bir elbise giymekte olan kıza. “Ne arıyorsun burada?”
            “İnsanlar…” dedi kız, eğilip çocuğun attığı bilekliği alırken. “Ne kadar gereksizler, değil mi?”
            Kız bilekliği koluna takıp, gülümseyerek kolunda nasıl durduğunu izlemeye başlamıştı.
            Çocuk ise kızın güzelliğinden etkilenmiş, konuşamıyordu.
            “Bu bende kalabilir mi?” Kız gülümsemesini çocuğa yönelterek sormuştu. “Sakıncası yoksa?”
            Çocuk yavaşça kafasıyla onaylamıştı. Kız yanından geçip yamacın kenarına oturana kadar ses çıkartamamıştı.
            “Ne kadar güzel değil mi?”
            Kız derin bir nefes almıştı.
            “İnsanlardan uzak, doğayla, denizle bir olabildiğin, onları dinleyebildiğin bir yere sahip olmak.”
            Çocuk tedirgince, kıza doğru bir iki adım atmıştı.
            “O-Oradan uzaklaşsan iyi olur. Tehlikeli olabilir.”
            Kız yerinden kalkmadan bakışlarını çocuğa çevirmişti.
            “Neden bana katılmıyorsun?”
            “D-Dediğim gibi… Tehlikeli.”
            Gülüyordu. Çocuk daha önce bu kadar zarif bir gülüş gördüğünü hatırlamıyordu.
            “Tehlikeli demek? İntihar ederken ölmekten mi korkuyordun yoksa?”
            “B-Ben…”
            “Sadece etrafına bak.”
            Çocuk kızın isteğini yerine getirip çevresine kabaca göz atmıştı.
            “Oradan değil.”
            Kızın avuç içi, oturduğu yerin yanına hafifçe vuruyor, bir şey anlatmaya çalışıyordu. Çocuk itiraz etmedi.
            “Sence de çok güzel değil mi?” Bir an için duraksayıp çocuğa yöneltmişti bakışlarını. “Doğa, hayvanlar… Bu dünyanın sunduğu binlerce güzellik var. Buradan nefret etmek için milyarlarca sebebin olsa da sadece bunlardan birini görmek, bunlardan birini hissetmek yaşamak için yeterli bir sebep olmaz mı?”
            Düşüncelere dalan çocuğu kızın gülüşleri kendine getirmişti.
            “Özür dilerim. Bu çok bencilce oldu değil mi? Sanki benim zevklerimi taşımak zorundaymışsın gibi… Ama eminim seni de buraya bağlayabilecek bir şeyler vardır. Henüz karşına çıkmamış olması, olmayacağı anlamına gelmez.”
            “Taşıyabilirim…”
            “Efendim?” Kız şaşkınca sormuştu. Bir an için çocuğun ne demek istediğini idrak edememişti.
            “Senin zevklerin… Onları ben de taşıyabilirim. Taşımak istiyorum.”
            Çocuk derin bir nefes almıştı.
            “Gerçekten de çok güzel.”
            Kız sadece gülmeye devam ederek yanında duran çocuğun omuzlarına yasladı başını.

            “Değil mi?”

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Tropia - Firof


Merhabalar,

Bir süredir burayı sessiz bıraktığımı fark ettim. Eh, tembelliğin de bir sınırı var tabi. En azından yaşadığımı belirtmek için yeni bir hikaye ayarlamanın iyi olacağını düşündüm.

Yalnız hikayeye geçmeden önce ufak bir açıklamada bulunma gereği hissediyorum. Öncelikle Tropia’yı bir süredir üzerinde çalıştığım kitap projesi olarak tanımlayabilirim. Muhtemelen bu isim (evrenin ismi ile birlikte) ileride değişecektir.

Bu hikayede ise sizlere evreni biraz olsun göstermek istedim. Umarım okurken zevk alırsınız. Ben sözü daha fazla uzatmadan hikâyeye geçiyorum. :)

*********************************************************************************

            “Göz boyamak… Ne kadar kolay...”

            Genç adam cümlesini bitirirken sağ elinde tuttuğu ince, uzun kılıcı ile karşısında duran ufak goblinin göğsüne geniş bir kesik atmıştı. Ufak yaratığın cansız bedeni yere devrilirken bir diğerine doğru ilerledi.

            “Belki de.” diye karşılık verdi arkadaşı arkadan. O da elindeki uzun, tahta asanın bir ucunu toprağa saplamış, gözlerini kapatarak doğadan yardım talep etmişti. Arkadan topladığı kahverengi saçları ve uzun, lacivert cüppesi sert rüzgarda savrulurken tüm öfkesini karşıdan gelen bir grup gobline püskürtmüştü. Sert rüzgarın etkisi ile uçurumdan aşağı savrulan ufak grubun yardım isteme fırsatı dahi olmamıştı.

            “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu büyücü, etrafındaki sert rüzgar yavaşça yok olurken.

“Hiçbir şey.” diye cevap verdi diğer adam. Kılıcını kınına yerleştirip ormanın iç taraflarına doğru yürümeye devam etti. “Şimdilik onların oyununu oynayasım yok. Geliyor musun?”

            “Sormana gerek var mı?” Büyücü gülümseyerek asasını topraktan ayırıp arkadaşının peşine düşmüştü.

            İkilinin günlük rutinlerinden olmuştu artık bu durum. Bir haftadır her gün, kasabanın farklı noktalarında ufak goblin grupları beliriyordu. Henüz insanların topraklarına nasıl geçtikleri bilinmiyordu ancak bu tarafta edindikleri bilgiler ile kendi topraklarına dönmeleri fazla riskliydi.

            Tabi bu konuda bu denli titiz davranan tek kişi büyücünün arkadaşı Nilsak’tı. Bizzat tahtına yeni oturmuş olan kral tarafından, kaçan bir grup goblinin rahat bırakılması üzerine emir aldığından beri kasabaya dönmemiş, kendi bildiğini yapıp bulduğu her goblini temizlemeye karar vermişti. Yeni kralın yönetim şekli hoşuna gitmiyordu.

            “Geri dönmeyi düşünüyor musun?” diye sordu büyücü, bir süre sessizce yürüdükten sonra.

            “Belki.” Adam konuşurken arkasını dönmemişti. Etrafında oluşacak en ufak bir hareketlenmeye karşı tetikte ilerliyordu. Goblinlerin sinsi yaratıklar olduğunu ve beklenmedik anlarda arkalarından saldırmayı iyi bildiklerini söyleyebilecek kadar tecrübe edinmişti.

            “Bu tempoyu uzun süre koruyamayız. Farkındasın değil mi?”

            Adam durup sıkıntılı bir şekilde nefes vermişti. Ardından kafasını arkadaşına çevirerek sakin bir tonda konuşmaya başladı.

            “Firof, benimle gelmek zorunda değilsin.”

            “Biliyorum.”

            İki arkadaş uzunca bir süre birbirinin gözüne baktıktan sonra Nilsak tekrar sıkıntıyla nefes verip yoluna devam etmişti.

            “Bu inadının nereden geldiğini bir türlü anlayamıyorum.”

            “Biliyorum. Daha önce söylemiştin.”

            İkilinin suratında hafif bir tebessüm belirmişti. Hemen ardından Nilsak’ın ani el hareketi ile durup, dikkatlice etrafı dinlemeye başlamışlardı. Kısa bir anlığına da olsa ayak seslerini Firof da duymuştu.

            “Geliyorlar.”

            Nilsak kılıcını çekerken Firof da asasının altını tekrar toprağa saplamıştı. Gizli saldırı fırsatını kaçırdığını fark eden goblinler topluca saldırmaya karar vermiş görünüyordu. Bu seferki grup öncekilerden de ufaktı.

            “Bunları bana bırak.” dedi Nilsak ve kendisini hızlıca grubun ortasına attı. Genç savaşçı, çevikliği ile övünen goblinlerden dahi daha hızlı hareket ediyordu. Neredeyse her adımında bir goblinin cansız bedeni toprağa düşüyordu. Çok geçmeden geriye kalanlar kaçmaya yeltenmişti. Tabi bu durum, Nilsak için onları öldürmeyi daha kolay hale getirmek dışında bir işe yaramıyordu.

            Genç adam kılıcını tekrar kınına sokup sarı, ense uzunluğundaki saçlarını eliyle düzeltirken arkadaşına dönmüştü. O anda Firof, olduğu yerde bağdaş kurmuş, sağ eli çenesinde büyük bir sıkıntı ve sinirin karışımını taşıyan bakışlarını Nilsak’a dikmiş vaziyetteydi.

            “N-Ne oldu yine?”

            “On iki…”

            “Efendim?”

            “Bu “Ben hallederim!” diyerek kendini ortalarına attığın on ikinci grup! Neden tüm eğlenceyi sen alıyorsun?!”

“Ah, ben… Bir dakika. Senin canını sıkan bu muydu yani?”

“Buydu yani!”

“O zaman sen de saldırsaydın ya?”

“İnan bana bir dahaki sefere üzerinde çalıştığım şu meşhur ateş topu saldırısını karşımıza çıkacak grubun tam ortasına göndermek için sabırsızlanıyorum…”

Nilsak, arkadaşının “tam ortada” olacağını kast ettiği kişinin kim olduğunu anlamıştı.

“Görmek için sabırsızlanıyorum.”

Gülümseyerek elini uzatmış, arkadaşını oturduğu yerden kaldırmıştı.

Goblinlerin ilk girişinden bu yana yedi gün geçmişti. Bu Tropia üzerinde daha önce yaşanmış olan bir durum değildi. İnsanlar ile yeşilimsiler arasında, bu tanıma orclar ve goblinler girmekte, Tropia’nın oluşumundan itibaren kesin bir sınır vardı. Geçilemez bir sınır…

Yaratıcılar buna bu şekilde karar vermişti. O gün gelip de kurtarıcılar Tropia’ya ayak basana kadar iki taraf asla birbiri ile karşılaşmayacaktı. Bu karşılaşmayı engelleme adına bulundukları kıtayı ikiye bölen, geniş, şiddetli bir şekilde akan Leirn nehri oluşturulmuştu. Bugüne kadar kim nehrin diğer tarafına geçmeye yeltense kendisini göz açıp kapayıncaya kadar nehrin sonundaki uçurumdan düşerken buluyordu. Tek bir kişi bile hayatta kalamamıştı…

            Ancak yedi gün önce beklenmedik olan gerçekleşmiş, belki de Tropia’nın en akılsız varlıkları olan goblinler insan topraklarına, Eldorian’a geçmenin bir yolunu keşfetmişti. Nilsak’ın ana amacı gördüğü tüm goblinleri temizlemek olsa da bu yaratıkların Eldorian’a nasıl geçtiklerini, onların kullandığı yoldan diğer tarafa geçmelerinin mümkün olup olmadığını da merak etmiyor değildi. Belki de o, onların kullandığı dönüş yolundan diğer tarafa geçebilir, efsanenin gerçekleşmesine fırsat vermeden yeşilimsileri temizleyebilirdi.

            “Nilsak,” dedi büyücü, genç savaşçıyı düşüncelerinden çıkartarak. “Sence… başlamış mıdır?”

            Genç adam gözlerini arkadaşına yönelttiğinde büyücünün gözündeki endişeyi fark etmişti.

            “Efsaneye inanmadığımı biliyorsun.”

            “Hadi ama… İçten içe inandığını biliyorum. Sadece kabul etmek istemiyorsun.”

            “Kabul etmediğim şeylere de inanmam.”

            “Her şey bu kadar basit olsa ne kadar güzel olurdu değil mi?”

            “Firof,” Nilsak arkadaşına iyice yaklaşmış, omuzlarından sıkıca kavramıştı. “Ölmeyeceksin. Bu düşünceyi kafandan sil artık.”

            Firof kendini toparlayarak gülümsemeye başlamıştı.

            “Haklısın.” dedi. “Senin beni koruyacağına eminim.”

            Bu sefer önde, konuşmasını bitirir bitirmez asasını alıp hareketlenmiş olan büyücü ilerliyordu.

Firof, goblinleri ilk gördüğünden beri değişken bir psikoloji içerisindeydi. Tropia’nın yaratılışından beri konuşulan efsaneye göre kurtarıcılar bu topraklara adım atmadan önce iki taraf, insanlar ve yeşilimsiler birbirini görmeye başlayacak ve kurtarıcının varışı ile Tropia üzerindeki “büyü” yok olacaktı. Bu söz ile kast edilenin ne olduğu bilinmiyordu fakat büyücüler arasındaki ortak kanı büyü kullanan herkesin hayatlarını kaybedeceği yönündeydi.

            İkilinin şu an kasabadaki durumu hayal etmeleri zor değildi. Muhtemelen oradaki büyücüler kıyamet senaryolarına başlamış, umutsuzca etrafta felaket tellallığı yapar olmuştu. Nilsak, bir kısmının çoktan kafayı sıyırdığına emindi.

            Firof bu nedenle arkadaşının peşine düşmüştü. Nilsak da bu yüzden geri dönmüyordu. Bir şekilde sakinleşecekti kasabadakiler. İşte o gün geri döneceklerdi. Kurtarıcı gelmemiş olacaktı ama onlar dönecekti. Nilsak o efsanenin gerçekleşmeyeceğine, insanların korktukları o büyük savaşın hiçbir zaman yaşanmayacağına kendisini inandırmıştı.

            Derken ani bir gök gürültüsü duyuldu ormanın her yanında. Gökyüzünde düzensiz ışık patlamaları görülüyordu. Ardından ikinci ve üçüncü gök gürültüleri geldi. Bu ses belli aralıklarla tekrarlanıyordu ancak etrafta yağan veya yağacak olan yağmura ilişkin en ufak bir iz yoktu.

            O an Nilsak, karşılaşmaktan en çok korktuğu sesi duymuştu. En yakın dostu dehşet içinde çığlık atıyor, düştüğü yerde umutsuzca çırpınıyordu.

            “Hayır,” diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. “HAYIIIIIIR!!”

            Nilsak ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşını bu şekilde çırpınırken görmek onu şoka sokmuştu. Kısa süre sonra Firof’un bağırışlarının sadece korkusundan kaynaklanmadığını fark etmişti. Arkadaşı gözleri önünde acı çekiyordu.

            “F-Firof…”

            Genç adam ne yapacağını bilemeyerek arkadaşına uzanmayı denemişti. Ancak tam o anda Firof’un bedeninden yayılan bir güç dalgası onu arkasında kalan ağacın gövdesine yapıştırmıştı.

            Firof yavaşça ayaklanıyordu. Aslında ayaklanıyor demek pek de doğru olmaz, yükseliyordu. Vücudunun etrafında mavi bir parıltı belirmiş, sanki yukarıdan bir güç onu çekmeye başlamıştı. Artık bağırmıyordu. Vücudu yükselmeye devam ederken yaşlarla kaplı olan gözlerini dostuna çevirmişti.

            “Sanırım ayrılma vaktimiz geldi.” dedi kendisini gülmeye zorlayarak. Becerememişti.

            “Hayır,” diye söylendi Nilsak, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle. Yavaşça ayağa kalkıp arkadaşına doğru ilerlemeye başlamıştı. “Hayır.”

            O an, sanki birkaç saniyeliğine her şey durmuştu. Firof’un gülümsediğini, hatta teşekkür ettiğini duyduğuna emindi. Çok kısa bir andı, ama saatlerce sürmüş gibiydi. Firof yok olmuştu. Bedeninin tamamını kaplayan mavi parıltı iyice büyümüş ve en sonunda Firof ile birlikte ortadan kaybolmuştu. Büyücü, genç savaşçının yoldaşı artık yanında durmuyordu. O an Nilsak’ın kafasında dönen tek şey, kasaba yaşlısının söylevleriydi.
            “Kurtarıcılar dünyaya ayak bastığında büyü Tropia’dan silinecek ve tüm canlılar kendisini kaçınılmaz savaşa hazırlayacak. Artık Tropia’ya kimin hakim olacağını belirleme zamanı geldi.”

18 Nisan 2013 Perşembe

Yeni Bir Seri: Shingeki no Kyojin




            “Geri çekiliyoruz, bütün birlikler. Geri dönün!”
            “Burada pes edemeyiz!”
            “Yapabileceğimiz bir şey kalmadı. Daha fazla askeri feda edemem! Geri dönün!”
           
            Uzun zamandır yeni çıkan animeleri takip etmek yerine eskilerden hakkında çok övgü duyduğum serilere göz atmayı tercih ediyordum. Bu durum sizin de anlayabileceğiniz üzere bu sezon değişiklik gösterdi. Henüz iki bölümü yayınlanmış olsa da Shingeki no Kyojin beni fazlasıyla etkilemeyi başardı.

            “Onların her birini yeryüzünden silicem!”

            Animenin geçtiği evren, uzun süredir açlığını çektiğim türden. Genellikle batı tarzı hikayelerde şahit olduğum ortaçağ teması, o döneme ait yapılanmalar ve yaşantı biçimi seriye çok güzel bir şekilde yedirilmiş durumda. Tabi bu hikayede bizi büyücüler veya alıştığımız türden savaşçılar beklemiyor.

            “100 yıldır huzur içinde yaşıyoruz. Şimdi gelecek değiller ya?”
            “Sen buna huzur mu diyorsun? Kafese kapatılmış bir kuş gibi bu duvarların arasında sıkışıp kalmayı huzur olarak mı görüyorsun?!”

            Hikayeye hafiften değinmek gerekirse ana karakterimiz Eren, devlerden korunmak için 100 yıl önce inşa edilmiş, 50 metre yüksekliğinde olan bir duvarın arkasında yaşayan insanlardan biri. Duvarın inşasından sonra geçen dönemde insanlar dışarıya çıkmadıkları sürece devlerle sıkıntı yaşamamışlardı.
            Devler ise isimlerinden de anlaşılacağı üzere devasa boyutlarda olan, haliyle insanlara oranla aşırı güçlü oldukları söylenilebilecek varlıklar. Yeri gelmişken en büyük eğlencelerinin de insan yemek olduğunu belirteyim.

            “Eren Survey Corps’a katılmayı düşünüyor.”
            “Ne?! Onlara söylemeyeceğine söz vermiştin!!”
           
            Biraz da Eren’den bahsedelim. İnsanların bir mahkum gibi yaşamaktan mutlu olduklarını gördükçe sinirlenen, asi, kolay kolay söz dinlemeyen çocuklarımızdan biri kendisi. Biraz meraklı, özgürlüğüne düşkün bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Duvarın dışını görmenin ve duvarlar olmadan sürdürülebilecek bir yaşamın nasıl olacağının hayalini kurduğu belli. Bu nedenle de Eren, insanların, özellikle de ailelerin pek hoş karşılamadığı Survey Corps adlı birliğe katılmayı istiyor.
Survey Corps, temel olarak bu devlere karşı savaşmanın, onları öldürebilmenin yöntemlerini arayan; insanların bir kısmının karşı çıkıyor olmasına rağmen belli dönemlerde dışarıya çıkıp devlere karşı şanslarını deneyen bir birlik. Düşünce yapısı Eren gibi olan birçok kişinin gözünde ise bu insanlar “aptallardan” ziyade “kahramanlar” olarak anılmakta.

“Özür dileriz! O büyüklerine saygısızlık etmek istemedi. Açlıktan ne yaptığını bilmiyor efendim.”
“... Size kendi yemeklerimizden veriyorsak biraz saygı duyun! Bir çocuk bile müteşekkir olması gerektiğini bilmeli!”

Tabi Eren karakteri yürüdüğü yolda yalnız değil. Armin ve Mikasa adlı iki dostu da ona eşlik etmekte. Bu karakterlerden Mikasa’nın kim olduğu, ne tür bir gizem barındırdığı ise henüz açıklanmayı bekleyen noktalardan.

“Onları yenemeyiz! Yenemezdik... Onu kurtaramamanın sebebi yeterince güçlü olmaman! Benim savaşamama sebebim ise yeterince cesur olmamam...”

İşin hikaye kısmına değinmekten kaçınacağım. Tanıtım amacıyla yazdığım bir yazıda gereğinden fazla olay anlatıp sizi de soğutmak istemem. Ama yazımı bitirmeden önce hoşuma giden son bir detaydan da bahsetmek istiyorum; Survey Corps...
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu birlik devlere karşı koyabilmek adına oluşturulmuş bir birlik. İnsanların çoğu duvarların arkasında sıkıntı yaşamadan bir yüzyıl daha yaşayabileceğini düşünüyorken bunlar, her ihtimale karşı o devlerle savaşmanın bir yolunu arayan “aptallar”.
Tabi bu birliğin içine girmek de kolay görünmüyor. Katı bir eğitim dönemine sahipler. Açıkcası o ekipmanları o kadar etkili bir şekilde kullanabilmek için bu eğitime katlanmaya ben bile razı olurdum.
Ekipmanlardan bahsetmişken... Sanırım kullandıkları cihazları burada anlatmam beni zorlayacak. Bellerine astıkları, iki yanlarında duran dikdörtgen şekilli “kutuların” içerisinde kullandıkları yakın dövüş silahları, ve halatlar bulunmakta. Bu kutuların içerisinde bulunan bir mekanizma sayesinde söz konusu halatları hızlı bir şekilde fırlatıp geri çekebiliyorlar. Bunu da genellikle yüksekte kalmak ve havada seri hareket edebilmek adına kullanıyorlar. Malum, devlerle savaşırken üstümüze basılmasını istemeyiz.

“Ben Survey Corps’a yazılıyorum.”
“Ben de.”
“O halde ben de geliyorum.”
“Üçümüz...”

Benden bugünlük bu kadar. Açıkcası ilk defa bir tanıtım yazısı hazırlamayı denedim. Animeye biraz da olsa ilgi duymanızı sağlayabildiysem ne mutlu bana. Yazıyı hazırlarken hikaye hakkında gereğinden fazla bilgi sızdırmadığımı düşünüyorum fakat oldu da öyle bir hata ettiysem affınıza sığınıyorum. Şimdiden iyi seyirler dilerim. Bu gibi anlarda Survey Corps daima yanımızda olsun... :)



17 Nisan 2013 Çarşamba

Karanlık


            Karanlıkta uyandım.
            Bu gece de kendimi istemsizce karanlığın kucağına bıraktım. O, kalın; can yakan kolları ile beni çevrelerken sessizce durup sonumu bekledim.
            Aslında çığlık atıyordum. Dışarıdan duyulmuyordu belki ama içten içe boğazlarımı yırtarcasına çığlık attığımı biliyordum. Sessiz çığlıklarım...
            Sonsuzluk hissi bu olsa gerek. Gözün görmediği, kulağın herhangi bir ses duymadığı; zamanın geçip geçmediğini dahi anlayamadığın o an. Tüm algılarımı kaybetmiştim. Düşüncelerim de kendi sağlık sınırını aşmak üzereydi.
            Derken bir rahatlama hissettim. Hareket edebildiğimi fark ettim. Anlaşılan tüm algılarım ölmemişti. Karanlık, sonunda o kalın kollarını çekmişti.
            Ama neden?
            Yürümeye başladım. Her yer dümdüzdü. Ne bir tümseğe takılıyor, ne de herhangi bir nesneye çarpıyordum. Tenime çarpan rüzgar hissinden mahrumdum fakat kapalı bir alanda bulunmadığımın da farkındaydım.
            Neredeyim ben?
            Sonrasında aklımda o fikir belirdi. Muhtemelen şu an onun oyununu oynuyordum. Beni izlemekten, yapacaklarımı tahmin etmekten zevk alıyordu belki de. Bu düşüncenin kafamda belirmesi ile bulunduğum yerde bağdaş kurarak oturmam bir oldu.
            “Hayır!” dedim. Çok garip. Bu sefer kendi sesimi de duyabilmiştim. “Senin oyununu oynamayacağım!”
            Herhangi bir cevap yoktu. En ufak bir tepki dahi oluşmamıştı. Yine de hissedebiliyordum... Üzerimdeki o iğrenç gülümsemeyi, karanlığın pis kokulu nefesini hissedebiliyordum.
            O anda burnumun artık koku alabildiğini de fark etmiştim. İçimde çocukca bir neşe belirdi. Benden alınan ne varsa birer birer geri geliyordu. Heyecanlandım. Ayağa kalkıp koşmaya başladım.
            Esinti vardı... Dalga sesleri eşliğinde gelen bir esinti. Hissedebiliyordum. Toprağın tatlı kokusunu duyup kuşların cıvıltısı ile dans edebiliyordum.
            Fakat neden hâlâ göremiyordum?
            Derken yine yokluğun içinde bulmuştum kendimi. Adımlarım yavaşlayıp, vücudum hareket etmeyi kestiğinde çevremde en ufak bir ses, his veya koku kalmamıştı. Yine hissetmiştim o elleri çevremde. Karanlık beni sıkı sıkıya tutuyor, verdiği ne varsa geri alıyordu.
            “Beni bırakmayacaksın değil mi?” diye sordum. Sesim çıkmamıştı...
            “Burada sonsuza dek oyuncağın olarak kalacağım değil mi?”

15 Nisan 2013 Pazartesi

Tembel Bir Ruh



            Tembellik kötü bir şey değil mi?
            Yani, öyle olsa gerek. Öyle hissediyorum. Ama detayını araştırmayacak kadar da üşengecim.

            Bunca yıllık ömrümde –böyle başlayınca sanki ihtiyarın tekiymişim gibi durdu, sevdim.- muhtemelen “yapmadığım” bir çok şeyin sebebi tembelliğim. Şu anda mesai saatimde çalışmak yerine oturmuş bunları karalıyorsam bunu da tembelliğime bağlayabilirsiniz. Ben bu satırlarla uğraşırken saat neredeyse 5 olmak üzere.
            Şu anki halimi çalışmamak için yaptığım bir inat olarak görebilirsiniz. Ya da zaman öldürme çabası. Felsefi bir şey beklediyseniz çok yanıldınız. Saat 16.58 olana kadar burada uzatabildiğim kadar uzatıp ardından bu yazının bloga geçirilmesi ile uğraşacağım.
            
            Ah, saat geldi. Ben kaçar! 

12 Nisan 2013 Cuma

Yaz Ayları


           “Yaz aylarını sevmiyorum.”
            Normal bir zamanda bana gelip “Yaz dönemi” ile ilgili ne düşündüğümü soracak olsanız kesinlikle vereceğim cevap budur. Bu konuda da çevremdeki birçok insandan az laf işitmemişimdir.
            Kendimi daima Kış’ın, soğuğun insanı olarak görmüşümdür. Soğuk beni rahatsız etmez, üşümeyi, gerekirse de üşüdüğüm için hasta olmayı severim. Zaten soğuğa karşı çözüm de basittir. Üşüyor muyum? Biraz kalın giyinirim. Hâlâ yeterli değil mi? Daha da kalınını bulurum o halde. İki kat giyinirim. Olmadı ateş yakar üstüne otururum!
            Ama olay Yaz aylarına, sıcağa geldiğinde aynı şeyi söyleyemiyorum. Yaz aylarından bahsederken “Sıcak mı? İnce giyinirim. Hâlâ yeterli değil mi? O halde soyunur çırılçıplak dolanırım!” diyemiyorum. O şekilde insan içine nasıl çıkabilirim ki?
            Diğer yandan sıcak söz konusu olduğunda çıplak olsanız bile direnemediğiniz bir nokta var. Sıcaklık, çıplaklık ile dengelenebilen bir şey değil. Soğuğa karşı sıcağı (kıyafetler) kullanarak direniyoruz fakat söz konusu sıcak olduğunda soğuğu kullanarak değil, sıcaktan kurtularak kendimizi korumaya çalışıyoruz. Giyebileceğimiz, yanımızda rahatça gezdirebileceğimiz bir “soğuk” yok ortada.
            Böyle bir durumda Yaz aylarını sevmemi kim bekleyebilir ki? Henüz “terleme” detayından bahsetmiyorum bile. Ya da Yaz aylarında, özellikle de toplu taşıma araçlarındaki rahatsız edici görüntülerden...
            Ama, tüm bunlara rağmen yine de Yaz’ı/Bahar’ı sevdiğim noktalar da var tabi. Benim gözümde genelde “sıkıntıları” güzelliklerini bastırıyor olsa da sadece o aylarda yaşanan tatlılıkları da unutmak istemiyorum.
            Yaz demek birçok insan için “tatil” demek. Yatıp dinlenmek, doya doya gezip eğlenmek, iş/okul hayatının yorgunluğundan ve sorumluluklarından kısa bir an için olsa dahi uzaklaşabilmek demek. Şahsen bu hayatta beni doya doya tembellik edebilmek, istediğim kadar yatıp herhangi bir sorumluluk hissetmeden istediğimi yapabilmek kadar mutlu eden bir şey daha zor bulunur.
            “Özgürlük nedir?” sorusunun da benim zihnimdeki cevabı budur zaten: “İstediğim kadar uyuyabilmek.”
            Bir de o ayların rahatlığı var tabi. Şöyle sakin bir Bahar akşamı, ne bunaltan ne de insanı üşüten, hafif, insanı rahatlatan; insanda kucaklayıp bir daha bırakmama, gitmesine izin vermeme hislerini uyandıran bir esinti eşliğinde sahil yürüyüşleri...
            Bu söylediğimi çok nadir yapabildiğim için içimde büyük bir özlem de yok değil. Bazen sadece gecenin bir yarısı kendimi sahilin kenarına atıp, sabaha kadar gece göğünü izleyerek, dalga seslerini dinleyip kendimi serin rüzgarların esintilerine bırakarak uyumayı o kadar istiyorum ki.
            Ve bu noktada da kendime “Dünya’ya dön.” demek dışında yapabildiğim bir şey olmuyor. Gece esintisinde uyumak mı? Soyulmaya, zarar görmeye bu kadar meraklıysam önümde bir engel yok tabi. İnsanların başkasının elindekilere bu denli göz diktiği, güven kavramının neredeyse yok olduğu bir çağda böyle “rahatlamalar” anca hayallerde kalıyor...
            Bir de gün vakti, güneş ile aram her ne kadar kötü olsa da yeşilliklerin arasında dolaşıp, bir ağacın gölgesinde otururken duyabileceğiniz o cıvıl cıvıl, insanın içini kelimelere dökemediği bir huzur, bir mutluluk ile dolduran kuş sesleri vardır ki o anların, verdikleri o hissin sonsuza kadar sürebilmesini ne kadar arzu ettiğimi ben dahi bilmiyorum.
            Sadece elime bir kitap alıp o ağacın altına oturmayı, bambaşka bir dünyaya yolculuk etmeyi istiyorum. Bu da sadece istek olarak kalabilen, gerçekleştiremediğim arzulardan biri işte. Ben o ağacın altına otururum oturmasına ancak birkaç adım ötemde duran yol; arabaların, bağrışan insanların yaptığı gürültüler o tatlı kuşların seslerini bastırıyorken başka bir dünyaya yolculuk etmek...
            Bunları düşünürken fark ediyorum ki ben aslında Yaz aylarını sevmek istiyorum, bu konuda elimden geleni yapıyorum. Bana izin vermeyenler insanlar. Bu hayatın birçok yönünden tat almaya kendimi açık hissediyorum fakat her seferinde başka bir insan o tadı bozmak için köşede bir yerde bekliyor.
            İnsanları da sevmek istiyorum, hayata, insanlara; bütün canlılara güler bir yüz ile, saf mutluluk ile yaklaşmak için elimden geleni yapıyorum. Ama ben kalabalığın insanı değilim. Sakinliği, sessizliği severim.
            Yaz ayları deyince sıcak dışında aklıma gelen bir diğer şey ise insan kalabalığı; kendini yazın gelişinin verdiği mutlulukla sokağa atmış olan diğer insanlar. Bu yüzden Yaz aylarını sevemiyorum ben. Elimden geleni yapıyorum, ama insanlar izin vermiyor...