Merhaba
Blog,
Yine
ben geldim, bi çayını içer o sırada dert yakınırım sana
dedim. Bu seferki hikâye biraz daha farklı. Bu seferkinin içinde
biraz daha ben olacak. Çok garip bir insanımdır ben, bilir miydin?
Ondan olsa gerek arkadaşlarım da goril diye seslenir bana zaten. Bu
garipliklerimin bir kısmı da değer yargılarımdadır. Tabi, bu
şekilde söylersem çok yanlış anlaşılacak. Çünkü ben bu
tanımlamayı kendi kafamda, muhtemelen senin anladığından -ya da
anlamadığından- daha farklı bir anlamda kullanıyorum.
Ne?
Hayır, hayır. Kesinlikle sana aptal filan demedim. Olur ya
anlaşılmaz, kafa karışıklığına neden olur bazı söylemler.
Ben çok karşılaştım bu durumla. Genelde kulağımı hep en uzak
yoldan gösterdiğim için insanlara kolay anlatamam içimdeki beni.
Şu
anda o yüzden senle konuşmuyor muyum zaten? Sen anlayacaksın.
Biliyorum, çünkü sıkılsan da, istemesen de sana anlayana kadar
anlatacağım bunu. Ben kendimden bir şey kaybettim, insanların
fark edemediği bir şey. Bunu sana anlatayım ki, olur da o insanlar
fark etmemekte ısrar ederse kafalarına sopayla vura vura sen de
onlara anlatırsın bunu.
Bunları
konuşmak biraz da zor geliyor biliyor musun? Anılar canlanıyor;
mutlu anılar. Sonrasındaysa bu anılara bir daha asla sahip
olamayacağımı fark ediyorum. Çünkü o yok artık yanımda. Mutlu
anıları keyifle anamıyorum ben blog. Onlar sadece beni daha fazla
üzmeye yarıyor. Ama her şeyden önce bu insan, tek başına bu
insan benim için o kadar büyük bir değere sahipti ki, hayatımın
her anında karşıma çıkacak bir değeri sildim ben onun gidişiyle. Böylece insanlar ne zaman bana bu değerden bahsetse aklıma
o gelecek. İnsanlara artık umursamadığımı söylediğimde,
hayalimde onun gülümsemesi canlanacak. Bense içten içe ağlıyor
olacağım.
Peki
nedir bu değer diye soracaksın şimdi. Direk o konuya mı
girmeliyim yoksa önce işin hikâyesini mi anlatmalıyım karar
veremedim. Ya da verdim. Bana biraz daha katlan olur mu? Önce
olan bitenden bahsetmek istiyorum çünkü.
Yukarıda
da bahsettiğim gibi, benim hayatıma girmiş, tanımış olduğum
bir insan vardı blog. Ne kadar değer verdiğimi hayal edebiliyor
musun bilmiyorum ama, şu anda bile şu tuşlara basarken ellerim
titriyor benim. Evet, doğru tahmin ettin, bir kızdan
bahsediyorum.
Benim
hayatım genel çerçevede sessiz, sakin bir hayattır. Kafamı
dışarı çıkartmayı pek sevmediğimden yeni insanları tanımam,
yeni arkadaşlıklar kurmam. Çoğu zaman arkadaş edinmeyi
istemiyorum bile. Ama bazı anlar var ki, bu arkadaş edinmeme
kuralını birkaç dakikalığına yıktığım anlar, her şey üst
üste gelmeye başlıyor. Sanki kapının önünde derin bir kuyruk
bekliyormuşcasına, ben o kapıyı araladığımda, kapıyı tüm
güçleriyle açmaya başlıyorlar. İçeriye akın akın giriyorlar.
O kapıyı kapatmayı başarana kadar neler olduğuna anlam dahi
veremiyorum.
Onunla
da böyle bir anda tanıştım. Kendimi kapattığım o ufak haneyi
terk ettiğimde karşıma çıkan birkaç insandan biriydi. Bunu
nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama, herkesten daha çok dikkat
çekiyordu. Herkesten daha güzel, herkesten daha tatlı, herkesten
daha anlayışlıydı. Onunla konuştukça tüm sıkıntılarımı,
sorumluluklarımı, hayata dair geriye kalan her şeyi unutur
olmuştum. Sadece mutlu oluyordum ve her defasında bu mutluluğa
yeniden kavuşmayı iple çekiyordum.
Tahmin
edebileceğin üzere ona aşık olduğumu fark etmem çok da uzun
sürmedi. Kendimle savaşıyordum ilk başta, kendimi kandırdığımı,
öyle hissetmek istediğim için aşık olduğumu düşündüğümü
söyleyip duruyordum. Ama unutamıyordum onu; bana yaşattığı
mutluluğu. Ardından kafama farklı düşünceler dolmaya başladı.
Ben kimdim ki? Kendi içine kapanmış, hiçbir işe yaramayan,
çirkin bir asosyal. Peki o kimdi? Bulunduğu, onunla tanışmış
olduğum ortamın -ki bu ortam çok geniş bir çevredir- en popüler,
en güzel, en sevilen insanlarından biri. Hikâyenin nereye
gittiğini fark ettiniz değil mi? Bana bakmasının imkanı yoktu...
Ama
bu gerçeği, her ne kadar farkında olsam da kabullenmeyi bir türlü
başaramadım. İşte sana 2.5 yıllık bir süreç blog. 2.5 yıl
boyunca çektiğim en hafif ve en tatlı acım.
Fazla
detaya inmedim, çünkü onlar bende güzel. Ama bu 2.5 yıllık
süreçte karşılaştığım tatlı bir inat vardı. Neden
bilmiyorum, onun yakın arkadaşlarından biri olmama rağmen bugüne
kadar hiç doğum günümü kutlamadı. Onla tanışmamdan bu yana üç
doğum günü geçirdim. Hepsinde de sadece onun doğum günümü
kutlamasını istiyordum. Kutlamadı.
Bu
unutması ya da bilmemesi ile ilgili bir durum değildi. Biliyordu,
çünkü ortak çevremiz genişti o sıralar. Kendisi hatırlamasa
bile diğerlerinden görüyor, duyuyordu. Hatta bu diğerlerinin
benim kulak misafiri olabileceğim ortamlarda ona doğum günümden
bahsettiğini görüyordum. Hani, git şunun doğum gününü kutla
gibisinden şeylerden bahsetmiyorlardı tabi. Doğum gününde şöyle
yapalım, böyle olsun gibi konuları konuşuyorlardı onun yanında.
Belki
de doğum günü kutlama prensibi yoktur diyeceksin şimdi de bana.
Bilmem, belki de. Ama doğum günlerini kutladığını gördüğüm
birçok insan var, onları ne yapmalı? Bu insanların bir kısmı
ona benim kadar yakın değildi. Sadece onlarınkini kutlasa
formaliteden yapıyor, yakınlarına yapmıyor demek, diye düşünürdüm.
Ama ona benden daha yakın olan insanlar da vardı. Onlarınkini
neden kutluyordu?
Bu
düşüncelerle uzun bir süre boğuştum. Ona ne kadar yakın ya da
ne kadar uzak olduğumu anlamak istiyordum. Ona uzak olduğumu
düşünemiyordum, çünkü canı sıkıldığında, bir derdi
olduğunda benimle paylaşır, sıkıntısını gidermeme izin
verirdi. Sadece sıkıntılarında da değil, mutlu olduğu anlarda
bile, sadece konuşmak için beni arar ve saatlerce susmazdı. Daha
önce hiç kimse ile konuşmaktan bu denli keyif almamıştım.
Çalıştığım yerden, sırf iş kaytarmak için uzun uzun telefon
konuşmaları yapıyor düşüncesiyle atılsaydım zerre üzülmezdim.
O konuşmaların değerini hâlâ ölçemiyorum.
Hatta
o konu ile ilgili ufak, şapşalca bi detaydan bahsedeyim. Telefonda bana söylediklerinin yarısından çoğunu anlamazdım ben. Hem o sıralar
telefonum arızalı olduğundan hem de bazen çok hızlı
konuşmasından kaynaklanıyordu bu. Cümlelerinin yarısından
çoğunu kafamda kurup, o şekilde anlamlandırmayı deniyordum. Ne
söylediği umrumda değildi ki zaten, sesini duyuyordum, daha ne
isteyeyim.
Tabi
bu son anlattıklarım 2.5 yıllık sürecin ortalarına denk gelen dönemler.
2.5 yılın sonunda ne oldu biliyor musun? İçime bir kurt düştü.
Merakım git gide beni kemirmeye, tüketmeye başladı. Onun için
herhangi bir değerim var mı? Acaba o da beni yakın bir dostu
olarak görüyor mu yoksa bunları ben mi kafamda kuruyorum?
Bu
düşünceler çok can sıkıcı bir hal alır olmuştu. Ben de bir
süre sessizliğe çekilmeye karar verdim. Bana değer veriyorsa bir
şekilde beni özler. Arar, mesaj atar, konuşma başlatmaya çalışır.
Bir şey yapar diye düşünüyordum. Yokluğumu fark etmesini
istiyordum. Çünkü ben onun eksikliğini hissediyordum. Onu
özlüyordum.
Fark
etmedi.
Üstünden
zaman geçti. Ben konuşmadıkça o daha da uzakta kaldı. Beni
hatırlamadı, bana bir şey demedi. Adım geçmiyordu. Ben
uzaklaşırken, onu izlerken o yeni arkadaşlar edindi. Yeni yakın
dostlar, yeni ortamlar. Yerim doldurulmuştu.
İşte
bunu anladığım anda hayatım alt üst oldu benim blog. Sevgimin
karşılıklı olmadığını biliyordum ama yine de bu derece
değersiz olduğumu görmeyi kaldıramadım. O an hem ben onu hem de o beni kaybetti. Hayatımdaki en kıymetli varlık öylece silinip
gitti. Bu olayın üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Şu anda benim
kim olduğumu hatırlıyor mu, o da merak konusu.
Hatırladığını
biliyorum gerçi. Ama ilk defa bu kadar uzağım ona, ilk defa ne
düşündüğünü, ne hissettiğini anlayamıyorum. İlk defa elimi
uzattığımda ona erişemiyorum. Bu benim çok canımı yakıyor
blog. Ama ben bu acıyı unutmak istemiyorum.
Bu
yüzden onunla birlikte ben doğum günlerini sildim hayatımdan.
Artık doğum günleri benim için mutluluğu, kutlamaları
simgelemiyor, onun yanımda olmadığını hatırlatıyor. Bu yüzden
insanların doğum günümü kutlamasını istemiyorum. Bu yüzden
ben artık hiçbir doğum gününü kutlamıyorum. Gördüğüm her
doğum günüyle onu hatırlıyorum. Ve ben onu unutmak
istemiyorum...