20 Eylül 2014 Cumartesi

Ne? Aşk mı?

     “Hey Rüzgar, hiç kız arkadaşın oldu mu?”
     “Olmadı.”
     “Ah, hadi ya. Üzüldüm.”
     “Neden?”
     “Yani... Bunca yıl bir kız arkadaşının olmamış olması...”
     “Üzücü bir durum mu?”
     “Değil mi?”

     Nedense hayatımın her döneminde, etrafımda olan kızların bir kısmı bu soruyu daima sorar. Sanki biri gittiğinde öteki yerini doldurmaya çalışıyormuş gibi, bu en büyük eksiğimi(!) bana hatırlatmaktan zevk alırlar.
Fakat gerçekten merak ettiğim şey, neden? Yani neden üzülmeliyim? Neden umursamalıyım? Benim bu şekilde yaşıyor oluşumu garip kılan ne? Kafamı meşgul eden daha farklı unsurların olması ne kadar anormal olabilir? Yorulmuş ve uğraşma isteğimi kaybetmiş olmam, bir ihtimal değil midir bu da?

     “Bence artık bir sevgili bulmalısın. İyi çocuksun.”

     Bu da son nokta olmuştu zaten. Çünkü tüm iyi çocukların bir sevgilisi olmalı. Ayrıca, iyi çocuk olmayı isteyen kim ulan?

Kesit 1
Farkındalık

     “Rüzgar, bi baksana.”

     Sınıfın diğer köşesinden gelen bu ani seslenişe tepkisiz kalmadım. Beni çağıran ufak kız grubuna doğru yöneldim. Suratlarındaki gülümsemeden, keyifli bir sohbetin ortasında oldukları anlaşılıyordu.

     “Senin hiç sevgilin oldu mu?”
     Ansızın 'Yine mi bu soru' diye lanet edercesine geçirdim içimden. Böyle bir soru beklemiyordum açıkcası.
     “Hayır, olmadı.”
     “Hadi ya, hiç mi hoşlandığın biri olmadı.”
     “Bilmem.”
     “Nasıl yani? Hoşlandığın bi kız tipi filan da mı yok?”
     Bunları gerçekten anlatmalı mıyım? Bir yanım soruları geçiştirip gitmem gerektiğini söylüyorken içimdeki farklı bir ses konuyu iyice dalgaya almam gerektiğini belirtiyordu. Belki de öyle yapmalıydım. Bir seferlik onların oyununu oynamanın ne zararı olabilir ki.

     “Belki vardır.”
     “Anlatsana. Merak ettim bak. Nasıl kızlardan hoşlanıyorsun?”

     “Aa... Ben de tam emin değilim ama...”

     Ama... Ama yine de içten içe sevdiğim, sevebileceğimi bildiğim birkaç şey vardı. Bu işler sipariş verir gibi olacak cinsten değil, biliyorum fakat yine de her insanın hoşuna giden birkaç detay vardır. Ve sanırım ben onların ne olduğunu biliyordum. Daha önce bunun üzerine düşünmemiştim. Ancak şu anda, bu soru karşısında biraz kafa yorunca ne istediğimin farkına varmıştım sanki.

     “Sanırım sert kızlardan hoşlanıyorum. Hani, nasıl desem, kendini ve arkadaşlarını ezdirmeyen, dik duran, mücadele eden, yeri geldiğinde karşısındaki insanı dövebilecek...”

     Kendimi fazla kaptırmış olmalıyım, konuşurken beni ciddi bir şekilde dinlediklerini fark etmiştim. İşin içine biraz espri katıp konuyu dağıtmam gereken nokta gelmişti. Belki de geç bile kalmıştım.

     “Ve biraz da bilgisayar oyunları ile arası iyi olsa fena olmaz hani. Gidip de iki el Tekken atalım dediğimde bana 'o ne be?' demesini istemem açıkcası.”
     “Tekken ne be?”
     “Tam olarak bundan bahsediyorum işte. O yüzden hiç şansın yok.”

     Gülmeye başlamışlardı. Eh, beklediğim fırsat da buydu açıkcası. Gereğinden fazlasını anlatmış olduğumu düşünerek yavaş yavaş uzaklaştım yanlarından.
Nedense konuşmam gerektiğini hissettiğim bazı anlarda, ağzımı açtığım saniyeden itibaren söylemem gerekenden çok daha fazlasını söylemiş gibi bir hisse kapılıyorum. Hem içine kapanık hem de pozitif bir insan olmak zor bir iş tabi; bu ikilinin tadı birlikteyken güzel olmuyor genelde.
     Yine de dürüst olmak gerekirse arada konuşmak benim de hoşuma gidiyor. En azından bazı detayları konuşurken fark ediyorum. Misal, birkaç dakika öncesine kadar ne tür kızlardan hoşlandığımı bilmiyordum bile. Şaka bir yana tarif ettiğim gibi bir kız karşıma çıksa direk evlilik teklif ederdim herhalde.
     …

     Dalga geçiyorum tabi.

28 Haziran 2014 Cumartesi

Dost ve Nefret


     Nefretin ne kadar kötü bir tadı var böyle.

     Yalnızlığın, unutulmanın. Bir zamanlar dostum dediğin insanlar tarafından bırakılmanın. Belki de daha kötüsü; bizzat o insanların senin arkandan iş çevirmeleri. Suratına ne kadar kolay gülümserler. Ne güzel gelirler yanına “Kardeşim nasılsın?” diyerek seni gördüklerinde. Ama sen bakmıyorken diğer dostlarını elinden almak için, seni yalnız bırakmak için ne kadar çaba sarf ederler öyle.

     Ben şeytanla dost oldum, canım yandı. Nefreti tattım.

     Git buradan, dedim ona. Beni bırakmasını istedim. Şeytanın dostluğu lazım değildi bana. Güvenecek adam istiyordum ben yanımda. Ama fark edememiştim ki ben, o şeytanı yanımda tuttuğum birkaç dakikada o dostlar da gitmişti benim yanımdan.

     Ben hata yaptım. Şeytanı aramıza aldım, canım yandı. Nefreti tattım.

     Şeytan bilmezdi iyilik, yardım. Umursamazdı o ne düşündüğünü. Öyle görünürdü, aldan diye. Bilemezdim ki onun en kötü anımda, en büyük kavgamda bana yardım etmek yerine gidip beni en sevdiklerimden, en yakınlarımdan, dost bildiklerimden uzaklaştırmak için eline geçmiş her kozu kullanacağını. Beni, benim dostlarımla yakınlaşıp, aramızı bozmak için kullanacağını.

     Peki o dostlara daha sonra ne yapacaktı? Onlar şeytanı bilmiyor, bana inanmıyor. Nefrete çok uzak.

     Şimdi ise hayatımda ilk defa elimi kana bulmak için bu denli bir istek var içimde. Şeytanı öldürmek, bu dünyayı temizlemek için. Sadece kendi eğlencesi için başkalarının neler yaşadığını, neleri kaybettiğini umursamayan o varlığı bu dünyadan uzaklaştırmak için.

     Nefret benim bir parçam artık. Şeytan ben oldum.

     Ama bir yanım da hâlâ insan; bir yanım hâlâ zayıf.

     Ben o bıçağı alamam elime. Son veremem şeytanın varlığına.

     Acaba o dostlar ne yapacak? Fark ederler mi bu gerçeği?

     Belki de şeytanın derdi sadece bana, benim acıma.

     Ben şeytanı dost bildim, acı çektim. Nefreti tattım.

     Acaba ne olacak o dostlara, şeytan onların yanında.

     Ben hâla insanım, zayıfım, yapamam.

     Son veremem bu varlığa, onlar tarafından kucaklandığı sürece.

     Ben o dostlardan uzağım ama şeytan hâla yanımda.

     Gülüyor, eğleniyor. Ve beni her görüşünde “Kardeşim nasılsın?” diyor bana.

     Canım yanıyor. Nefret ediyorum. Sevemedim ben bu hissi.


     Özlüyorum o dostları, ama şeytan var arada.

18 Mayıs 2014 Pazar

Ben En Değerlimi Kaybettim

     Merhaba Blog,

     Yine ben geldim, bi çayını içer o sırada dert yakınırım sana dedim. Bu seferki hikâye biraz daha farklı. Bu seferkinin içinde biraz daha ben olacak. Çok garip bir insanımdır ben, bilir miydin? Ondan olsa gerek arkadaşlarım da goril diye seslenir bana zaten. Bu garipliklerimin bir kısmı da değer yargılarımdadır. Tabi, bu şekilde söylersem çok yanlış anlaşılacak. Çünkü ben bu tanımlamayı kendi kafamda, muhtemelen senin anladığından -ya da anlamadığından- daha farklı bir anlamda kullanıyorum.

     Ne? Hayır, hayır. Kesinlikle sana aptal filan demedim. Olur ya anlaşılmaz, kafa karışıklığına neden olur bazı söylemler. Ben çok karşılaştım bu durumla. Genelde kulağımı hep en uzak yoldan gösterdiğim için insanlara kolay anlatamam içimdeki beni.

     Şu anda o yüzden senle konuşmuyor muyum zaten? Sen anlayacaksın. Biliyorum, çünkü sıkılsan da, istemesen de sana anlayana kadar anlatacağım bunu. Ben kendimden bir şey kaybettim, insanların fark edemediği bir şey. Bunu sana anlatayım ki, olur da o insanlar fark etmemekte ısrar ederse kafalarına sopayla vura vura sen de onlara anlatırsın bunu.

     Bunları konuşmak biraz da zor geliyor biliyor musun? Anılar canlanıyor; mutlu anılar. Sonrasındaysa bu anılara bir daha asla sahip olamayacağımı fark ediyorum. Çünkü o yok artık yanımda. Mutlu anıları keyifle anamıyorum ben blog. Onlar sadece beni daha fazla üzmeye yarıyor. Ama her şeyden önce bu insan, tek başına bu insan benim için o kadar büyük bir değere sahipti ki, hayatımın her anında karşıma çıkacak bir değeri sildim ben onun gidişiyle. Böylece insanlar ne zaman bana bu değerden bahsetse aklıma o gelecek. İnsanlara artık umursamadığımı söylediğimde, hayalimde onun gülümsemesi canlanacak. Bense içten içe ağlıyor olacağım.

     Peki nedir bu değer diye soracaksın şimdi. Direk o konuya mı girmeliyim yoksa önce işin hikâyesini mi anlatmalıyım karar veremedim. Ya da verdim. Bana biraz daha katlan olur mu? Önce olan bitenden bahsetmek istiyorum çünkü.

     Yukarıda da bahsettiğim gibi, benim hayatıma girmiş, tanımış olduğum bir insan vardı blog. Ne kadar değer verdiğimi hayal edebiliyor musun bilmiyorum ama, şu anda bile şu tuşlara basarken ellerim titriyor benim. Evet, doğru tahmin ettin, bir kızdan bahsediyorum.

     Benim hayatım genel çerçevede sessiz, sakin bir hayattır. Kafamı dışarı çıkartmayı pek sevmediğimden yeni insanları tanımam, yeni arkadaşlıklar kurmam. Çoğu zaman arkadaş edinmeyi istemiyorum bile. Ama bazı anlar var ki, bu arkadaş edinmeme kuralını birkaç dakikalığına yıktığım anlar, her şey üst üste gelmeye başlıyor. Sanki kapının önünde derin bir kuyruk bekliyormuşcasına, ben o kapıyı araladığımda, kapıyı tüm güçleriyle açmaya başlıyorlar. İçeriye akın akın giriyorlar. O kapıyı kapatmayı başarana kadar neler olduğuna anlam dahi veremiyorum.

     Onunla da böyle bir anda tanıştım. Kendimi kapattığım o ufak haneyi terk ettiğimde karşıma çıkan birkaç insandan biriydi. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama, herkesten daha çok dikkat çekiyordu. Herkesten daha güzel, herkesten daha tatlı, herkesten daha anlayışlıydı. Onunla konuştukça tüm sıkıntılarımı, sorumluluklarımı, hayata dair geriye kalan her şeyi unutur olmuştum. Sadece mutlu oluyordum ve her defasında bu mutluluğa yeniden kavuşmayı iple çekiyordum.

     Tahmin edebileceğin üzere ona aşık olduğumu fark etmem çok da uzun sürmedi. Kendimle savaşıyordum ilk başta, kendimi kandırdığımı, öyle hissetmek istediğim için aşık olduğumu düşündüğümü söyleyip duruyordum. Ama unutamıyordum onu; bana yaşattığı mutluluğu. Ardından kafama farklı düşünceler dolmaya başladı. Ben kimdim ki? Kendi içine kapanmış, hiçbir işe yaramayan, çirkin bir asosyal. Peki o kimdi? Bulunduğu, onunla tanışmış olduğum ortamın -ki bu ortam çok geniş bir çevredir- en popüler, en güzel, en sevilen insanlarından biri. Hikâyenin nereye gittiğini fark ettiniz değil mi? Bana bakmasının imkanı yoktu...

     Ama bu gerçeği, her ne kadar farkında olsam da kabullenmeyi bir türlü başaramadım. İşte sana 2.5 yıllık bir süreç blog. 2.5 yıl boyunca çektiğim en hafif ve en tatlı acım.

     Fazla detaya inmedim, çünkü onlar bende güzel. Ama bu 2.5 yıllık süreçte karşılaştığım tatlı bir inat vardı. Neden bilmiyorum, onun yakın arkadaşlarından biri olmama rağmen bugüne kadar hiç doğum günümü kutlamadı. Onla tanışmamdan bu yana üç doğum günü geçirdim. Hepsinde de sadece onun doğum günümü kutlamasını istiyordum. Kutlamadı.

     Bu unutması ya da bilmemesi ile ilgili bir durum değildi. Biliyordu, çünkü ortak çevremiz genişti o sıralar. Kendisi hatırlamasa bile diğerlerinden görüyor, duyuyordu. Hatta bu diğerlerinin benim kulak misafiri olabileceğim ortamlarda ona doğum günümden bahsettiğini görüyordum. Hani, git şunun doğum gününü kutla gibisinden şeylerden bahsetmiyorlardı tabi. Doğum gününde şöyle yapalım, böyle olsun gibi konuları konuşuyorlardı onun yanında.

     Belki de doğum günü kutlama prensibi yoktur diyeceksin şimdi de bana. Bilmem, belki de. Ama doğum günlerini kutladığını gördüğüm birçok insan var, onları ne yapmalı? Bu insanların bir kısmı ona benim kadar yakın değildi. Sadece onlarınkini kutlasa formaliteden yapıyor, yakınlarına yapmıyor demek, diye düşünürdüm. Ama ona benden daha yakın olan insanlar da vardı. Onlarınkini neden kutluyordu?

     Bu düşüncelerle uzun bir süre boğuştum. Ona ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumu anlamak istiyordum. Ona uzak olduğumu düşünemiyordum, çünkü canı sıkıldığında, bir derdi olduğunda benimle paylaşır, sıkıntısını gidermeme izin verirdi. Sadece sıkıntılarında da değil, mutlu olduğu anlarda bile, sadece konuşmak için beni arar ve saatlerce susmazdı. Daha önce hiç kimse ile konuşmaktan bu denli keyif almamıştım. Çalıştığım yerden, sırf iş kaytarmak için uzun uzun telefon konuşmaları yapıyor düşüncesiyle atılsaydım zerre üzülmezdim. O konuşmaların değerini hâlâ ölçemiyorum.

     Hatta o konu ile ilgili ufak, şapşalca bi detaydan bahsedeyim. Telefonda bana söylediklerinin yarısından çoğunu anlamazdım ben. Hem o sıralar telefonum arızalı olduğundan hem de bazen çok hızlı konuşmasından kaynaklanıyordu bu. Cümlelerinin yarısından çoğunu kafamda kurup, o şekilde anlamlandırmayı deniyordum. Ne söylediği umrumda değildi ki zaten, sesini duyuyordum, daha ne isteyeyim.

     Tabi bu son anlattıklarım 2.5 yıllık sürecin ortalarına denk gelen dönemler. 2.5 yılın sonunda ne oldu biliyor musun? İçime bir kurt düştü. Merakım git gide beni kemirmeye, tüketmeye başladı. Onun için herhangi bir değerim var mı? Acaba o da beni yakın bir dostu olarak görüyor mu yoksa bunları ben mi kafamda kuruyorum?

     Bu düşünceler çok can sıkıcı bir hal alır olmuştu. Ben de bir süre sessizliğe çekilmeye karar verdim. Bana değer veriyorsa bir şekilde beni özler. Arar, mesaj atar, konuşma başlatmaya çalışır. Bir şey yapar diye düşünüyordum. Yokluğumu fark etmesini istiyordum. Çünkü ben onun eksikliğini hissediyordum. Onu özlüyordum.

     Fark etmedi.

     Üstünden zaman geçti. Ben konuşmadıkça o daha da uzakta kaldı. Beni hatırlamadı, bana bir şey demedi. Adım geçmiyordu. Ben uzaklaşırken, onu izlerken o yeni arkadaşlar edindi. Yeni yakın dostlar, yeni ortamlar. Yerim doldurulmuştu.

     İşte bunu anladığım anda hayatım alt üst oldu benim blog. Sevgimin karşılıklı olmadığını biliyordum ama yine de bu derece değersiz olduğumu görmeyi kaldıramadım. O an hem ben onu hem de o beni kaybetti. Hayatımdaki en kıymetli varlık öylece silinip gitti. Bu olayın üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Şu anda benim kim olduğumu hatırlıyor mu, o da merak konusu.

     Hatırladığını biliyorum gerçi. Ama ilk defa bu kadar uzağım ona, ilk defa ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlayamıyorum. İlk defa elimi uzattığımda ona erişemiyorum. Bu benim çok canımı yakıyor blog. Ama ben bu acıyı unutmak istemiyorum.


     Bu yüzden onunla birlikte ben doğum günlerini sildim hayatımdan. Artık doğum günleri benim için mutluluğu, kutlamaları simgelemiyor, onun yanımda olmadığını hatırlatıyor. Bu yüzden insanların doğum günümü kutlamasını istemiyorum. Bu yüzden ben artık hiçbir doğum gününü kutlamıyorum. Gördüğüm her doğum günüyle onu hatırlıyorum. Ve ben onu unutmak istemiyorum...

4 Mayıs 2014 Pazar

Yaz lan!


     Merhaba blog.

     Son görüşmemizden bu yana epey zaman geçti değil mi? Biliyorum, çünkü aptalım.

     Bu yazıyı neden yazıyorum diye düşünenler, bunu görenler olacaktır muhtemelen. Onlar için şöyle bir not bırakayım blog: ara sıra böyle olur bana, içimi dökesim, birilerine birtakım açıklamalar yapasım gelir. Bunu hem sıkıntıda olduğumda, hem de ilerlediğim, kendim için iyi olan bir karara vardığım anlarda yaptığım olur. O yüzden bu tür yazıların tamamını kötü olarak düşünmesinler olur mu?

     Ama bunu kötü amaçla mı yazıyorum? Hayır, hayır, hayır... Hiç alakası yok. Aslında bu yazı bir nevi yaptığım hataları, fark ettiğim hataları belirtip bu tür hatalara düşme ihtimali olan, bir yol göstericiye ihtiyaç duyan insanlara merhaba demek.

     Sen beni az çok tanırsın blog. Bir süredir buralardayım, seviyorum da buraları. Bilirsin yazı yazmayı ne kadar sevdiğimi. Peki hiç düşündün mü bu çocuk neden bir şey yazmıyor?

     Ben düşündüm. Sürekli düşünüyordum. Kendime bu konuda ne diyordum biliyor musun? "Henüz zamanı gelmedi. Henüz yeterince iyi değilsin. Henüz bunu yazmaya hazır değilsin."

     Bu düşünceler adeta uzun bir süre içimi kemiren yegane unsur oldu. Hazır değildim, kötü olmaktan, başaramamaktan korkuyordum. Bu korkunun beni o anda olduğumdan da beter bir hale getirdiğini fark edemedim. Ben ne yapıyordum?

     Sanırım bunun da cevabını biliyorum. Bunca zaman gelişmiyor, aksine kendimi köreltiyordum. Saçma sapan bir korku yüzünden kendime engel oluyordum. Oysa en temel olanı; bu yola ilk girdiğimde öğrendiğim kuralı unutmuştum: "Ancak yazarak gelişebilirsin."

     Ne demek istediğimi, nereye varacağımı az çok anlamışsındır sen blog. Ben bir aptallık yaptım, iyi olmadığım için yazmayı bıraktım. Yazdıklarımı beğenmedim, paylaşmaya değer bulmadım. Daima daha iyisini yapabileceğimi düşündüm. Ama bunları düşünürken hiçbir şey yapamadığımı da fark edemedim.

     İşte tam olarak bu nedenle ben yeni bir karar aldım blog; yazacağım. Belki kalitesiz olacak belki kaliteli, belki beğenilecek belki okunmayacak bile ama ben yazacağım. Neden biliyor musun? Çünkü bunu yapmayı seviyorum. Değer verdiğim şeyleri kaybetmek istemiyorum.

     Ve bunu okuyan insanlara ne demek istiyorum biliyor musun blog? Evet, aynen öyle. Onlara yazmak istiyorlarsa, yazmayı seviyorlarsa korkmamalarını söyle benim için. Ne kadar iyi veya ne kadar kötü olduklarını düşünmeleri mühim değil. Yazmazsan, ilerleyemezsin.

     Teşekkür ederim blog. Ben geri dönmek için uğraşıyorum. Biliyorum, sen beni dinlersin. Neticede sen Farklı Bir Dünya'sın.

21 Ocak 2014 Salı

Keşke

     “Merhaba.”
     “Selam.”
     “Nasılsın abi?”

     Sadece baktı. Kısa sürdü muhtemelen. Ardından el kol hareketleri ile, farklı bir gün farklı bir zamanda belki de ne olduğunu anlayamayacağım, “Ben de bilmiyorum ki,” anlamına gelen garip hareketlerde bulundu.
     Fark etmiştim. Hangimiz ne biliyoruz ki?
     Ardından bir süre boş boş oturduk. Onu çöplüğümde ilk ağırlayışım değildi bu, o da alışmıştı artık. O telefonu ile uğraştı, ben bilgisayarımla. Çok konuşmadık, konuşamadık, hazır değildik.

     Bu sefer o sordu: “Nasıl gidiyor?”
     Gülümsedim ve kafamı tekrar monitörüme çevirdim.
     “Boktan?”
     “Yeterli bir tabir mi dersin?”
     “Yeterlisini bulabilir misin?”
     Bir daha gülümsedim.

     Birkaç saat öylece akmıştı; sadece akmıştı. Ardından sessizliği bozan yine o oldu:
     “Dışarı çıkalım mı? Biraz hava alırız.”
     “Almaya yetecek paran var mı ki?”
     Olabildiğince içten gülümsemeye çalışmıştım. Fakat bazen, bazı şeyler ne kadar uğraşsanız da olmuyordu. Üzerime ceketi atıp terk ettim çöplüğü. Temiz havanın ne faydası olacaksa...

     Çok geçmeden sigarasını eline alıp yakmıştı. Temiz hava anlayışlarımız cidden uyuşmuyordu. Her ne kadar onu bu halde görmekten nefret ediyor olsam da bazen, bazı şeyleri ne kadar uğraşsanız da engelleyemiyordunuz.

     O gün kısa bir yürüyüş yapmıştık. Bir saat gidiş, bir saat dönüş. Yeterli değildi, yetemiyordu. Bacaklarımın ağrıdığını, “Yeter artık, lütfen dur!” dediğini hissedebiliyordum. Ama onu dinlemek istemiyordum.

     “Son sefer saat 11'de,” dedi. “Eve erken gitmek istemiyorum.”
     Onun da bacakları farklı şeyler söylememiş olsa gerek, gördüğümüz en sakin, insandan uzak banka yöneldik. Belki ikimiz de ne istediğimizi bilmiyorduk, ancak istemediğimizi bildiğimiz şeylerden biriydi insanlar.

     Konuşmaya çalıştım. Bilmiyorum, bir şeyleri üzerimden atmak, beni rahatlatacağına inandığım bir eylemde bulunmak istiyordum. Ama bu, bunu ilk deneyişim değildi ki. Düşünceler akıyordu zihnimde. Yakalamaya çalışıyor, belli bir düzene sokmaya, gereksizleri; acı verici olanları atıp sadece sevdiklerimle kalmaya uğraşıyordum. Zihnim bana yardım etmiyordu. Sanki düşmanı benmişimcesine savaşıyordu isteklerimle.
     Ya da ben ne istediğimi bilmiyordum. Ama istemediğimi bildiğim şeylerden biriydi yalnız kalmak.

     Ardından onu hayal ettim. Narin vücudu, tatlı bakışlarıyla bana gülümseyişini.
     “Keşke...” dedim derin bir nefes vererek.

     “Değil mi?”